Archive for the ‘çiçek’ Category

İran’da doğup tüm dünyaya yayılan gül, eşsiz güzelliği, kokusu ve tedavi edici özelliğiyle çiçeklerin kraliçesidir… Doğada kendi kendine yetişen yüzlerce tür ve çeşit yaban gülünün yanında yetiştirilen güllerin sayısı binleri aşıyor. Gülgiller ailesiyse bitkiler aleminin en ilginç ve renkli simalarını barındırıyor.


EVRENİN kusursuzluğunu ve tüm bitkilerin gizini kendinde toplamış bir kraliçe: Gül… Ona yüklenen anlamlar mı onu eşsiz kılar, yoksa eşsizliği mi ona bunca anlamlar yüklenmesini sağlar bilinmez ama, saf güzelliği ve kokusu yönünden güllere eşdeğer çiçek yoktur bitkiler aleminde.

Gül, her yerde en iyilere layıktır. İran’da doğmuş ve oradan yayılmıştır dünyaya… Haçlı seferleri sırasında başka topraklarla tanışma şansını elde eden gül, gittiği her ülkede ozan, savaşçı ve sevgililere esin kaynağı olmuştur. Kleopatra, Antuan’ı yerlere serdiği diz boyu güllerle baştan çıkarmış, Roma ziyafet sofraları bu çiçeğin taç yaprakları ile süslenmiştir.

Taçlarının eşi bulunmaz kadifeliğine, zümrüt yeşili yapraklarının kusursuz orantısına ya da taçların ortasına kurulan etaminin (çiçeklerde erkeklik organıdır) erimiş altınına her ozan vurulmuştur. Belki bülbülü de etkileyen buydu kim bilir?

Efsaneye göre bülbül güle aşıktır. Gül önce solgun bir ak güldür, goncanın seher vakti açtığı sanılır, bülbül bütün gece bu anı bekler. Gonca açılacaktır, bülbül seyredecektir, ama beklediği anı yaşayamadan uykuya dalar, goncanın açılışını seyredemez. Her seferinde fırsatı kaçırır… Gül mevsimi geçer bülbül lal olur. Gül mevsimi gelir ötmeye başlar, gülün açılmasını kendi muhabbetine karşılık vermesini bekler, bülbül öter, gül naz eder. Bülbül hasretle gülün dalına konar ama daldaki dikeni fark etmez, diken bülbülün göğsüne batar, al kanlar sızar bülbülden… Gülün toprağına akan kanlar yağmur suyuyla gül fidanına geçer ve ondan sonra beyaz gül kıpkırmızı açmaya başlar…

Bu yüzden “gülün kırmızısı bülbülün kanındandır” ya da “vefakar bülbülün ölümüne sebep olan gül hicabından kızarır” denir. Şiirler bundan dolayı bülbül-gül-diken üçlüsü üzerine kurulur. Artık sevda nimeti, külfeti ile beraberdir. Efsaneden gerçek sözler yerleşir hafızamıza; “gülü seven dikenine katlanır”, “gül dikensiz olmaz”…

Binlerce çeşit gül

Ancak gül sadece şairlerin değil, bitki bilimcilerin, kimyacıların, bitkiyle tedavi uzmanlarının ve onun şaşırtıcı gücünden yararlanmak isteyenlerin de dünyasıdır.

Yaban gülü cins ve türleri oldukça fazladır ve bunların 40 kadarı Avrupalıdır.

Yetiştirilen gül çeşitlerinin sayısıysa binleri aşar. Bitki yetiştiricilerin her gün bir yeni cins elde ettikleri söylenebilir. Ve bu sihirbaz çiçek, bahçelerde erguvandan, ametisten daha parıltılı bir mora, kırmızıdan pembeye, sarıdan portakal rengine, hiçbir imparatorun tacında görülmemiş rubiden (kırmızı yakut) safire (gök yakut) olağanüstü bir tablo yaratır.

Bu kadar çeşit üzerine düşen borçları öder ve neredeyse maddeden arınmış düşsel bir güzellik yayar çevreye.

Saf gülle tedavi

Güllerin çoğu melezleştirmeyle kötü işlem görmüş, tarımsal savaş ilaçlarıyla öldüresiye yıkanmış ve “iyileştirici, verimleştirici” kimyasal gübrelerle bol bol doyurulmuş, böylece ilaç olarak kullanılma niteliklerini tümden yitirmişlerdir. Tedavide kullanılanlar melezleştirilmemiş ve işlem görmemiş olanlarıdır.

Ortaçağ’da verem hastalarını saf gülden yapılmış reçellerle tedavi ederlermiş. Bundan da anlaşıldığı gibi taç yapraklarından demleme usülüyle hazırlanan hafif bir çay zamanında içildiğinde boğaz hastalıkları, burun ve bronş akıntıları, sindirim sisteminin inatçı iltihapları, ishal ve dizanteri için etkili bir ilaç olur. Ölçüsüz alınan antibiyotiklerle bağırsak florası bozulmuş kimselerin bu demleme ile kür yapmaları iyidir. Bu demlemeyle vajinal yıkama akıntılara karşı da etkili sonuç verir. Yoğun kaynatılmış taç yaprakları ve gül şurubu ise göğüs hastalıkları için ve genel güçlendirici olarak kullanılır. Özellikle akciğeri hırpalanmışlarda çok faydalıdır. Gül taçları ile yapılan banyolar romatizmal ağrılara iyi gelir.

Gül kokusu için “meleklerin sevdiği koku” derler. Dekorasyonda, çiçek düzenlemelerinde kullanılır. Çiçeği, kokulu taç yaprakları salata ve pastalara konulur. Ayrıca bunlardan şurup, sirke, şerbet, reçel yapılır. Türkiye’ye özgü gül lokumunu da unutmamak gerekir.

GÜLGİLLER

Gülgiller ailesi, bitkiler aleminin en renkli ve ilginç simalarından oluşur. Yaban gülü (Kuşburnu, köpek gülü) (Rosa rubiginosa), Isparta gülü (R. damascena), Versicolor (R. gallica) ve eczacının gülünden (R. gallica officinalis) oluşan güller pek çok meyve çiçeğiyle de uzaktan akraba olurlar.

Kuşburnu Meyvesi: Çay, şarap, reçel yapımında kullanılır. Bu meyveler yabani gülden elde edilir. Kış mevsiminden sonra kanda biriken toksinleri baharda vücuttan atmak için kuşburnundan daha iyi bir yöntem olamaz. Vitamin deposudur. Özellikle C vitamini açısından çok zengindir. Köpek gülü denmesinin bir sebebi de Ortaçağ’da kuduza karşı kullanılmış olmasındandır.

Kayısı Ağacı: Tanrıların kutsadığı kayısı ağacı, aynı zamanda “sağlık ağacı” olarak da anılır. Tam olgunlaşmış ve büyük ölçüde tarımsal savaş ilaçlarıyla işlem görmemişse A ve C vitamini bakımından zengindir. Kayısı özellikle çocuklarda, kansızlık çekenlere, göz rahatsızlığı olanlara iyi gelir. Mide ve karaciğer rahatsızlığı olanların dışında herkesin tüketmesi gereken bir meyvedir. Diyare ve kolik olanlar sıvı yağda kaynatarak yararlanabilirler.

Badem Ağacı: Hiçbir ilaç, onun kadar tahrişlere, yanıklara ve bebek pişiklerine merhem olamaz. Basma ustalarına sürekli çiçekleri ile modellik etmiştir. Acı ve tatlı olmak üzere iki tipi vardır. Akdeniz’de çokça yetişir, çoğu ülkelerde bilinmez. Çok iyi bir müshil ilacıdır, solucan ve kurt düşürmeye yardımcıdır. Badem çiçekleri ile yapılan demleme, bağırsak parazitlerinde etkilidir. Asit pürissik (asit siyanitrik) içerdiğinden acı bademin zehirleyici etkisi vardır. O yüzden ağız yolu ile kullanılmaması gerekir. Çiçekleri lapa ve banyo olarak kullanılırsa ağrı kesici etkisi vardır. Tatlı badem ise doğrudan meyve olarak yenilir. Pastalarda, tatlılarda kullanılır. Tatlı badem yağı, hatmi çiçeği ve gelincik demlemesine balla birlikte katılırsa özellikle çocuklarda kurt düşürücü etkisi vardır.

Kiraz Ağacı: İlkbaharda yapılacak taze kiraz kürünün insan sağlığına büyük katkısı vardır. Kuş kirazı ve defne kirazı türleri rahatlıkla kullanılır ama vişne ağacı gibi meyveleri ve çiçekleri yelpaze biçiminde toplanan türleri tedavide pek kullanılmaz.

Besin açısından şeker hastaları için hiçbir tehlike oluşturmayan kiraz, kolay sindirilebilir şeker yüklüdür. Gözlerin dostu olan kiraz ayrıca meyveye tatlı kırmızı renk veren A vitaminiyle dolu “karoten” maddesi içerir. İdrar söktürücüdür, saplarının demlenmesi de aynı etkiyi gösterir.

Şeftali Ağacı: Çin kökenli bir ağaçtır. Şeftali ağaçlarının kış sonunda herkesin çok beğendiği çiçeklenmiş görüntüsü, Çinli ressamların başta gelen ilham kaynağıdır. Meleklerin kollarına benzeyen çiçekli dalların uçuk kırmızı rengi insana yaşama sevinci verir. Şeftali olağanüstü serinletici, iç açıcı bir meyvedir. Sindirilebilir şeker yönünden zengindir. Vitaminle doludur. Tarımsal savaş ilaçlarını (üzülerek bir kez daha söyleyebilirim ki tüm meyvelerimiz bu delilikten kurtulamıyor) bir kenara bırakırsak şeftali gerçek bir mucizedir. Nefes kokusuna, sağırlığa, idrar yolları bozukluklarına ve gut hastalığına iyi gelir.

Armut Ağacı: Sevimli çocukların yanaklarındaki tombulluğu anımsatan armutun benzeri bulunmaz kokusu vardır. Ağızda balözü gibi tad bırakır. Şu anda yetişen armut ağaçlarının çoğu ayva ağaçlarına aşılanmıştır. Yabanileri çoğunlukla uzun tüylerle kaplıdır. Bugün bu türün 1500’den çok çeşidi vardır. Hepsinin kendine özgü nitelikleri (tat, verim, hastalık, zararlı ve yabancı otlara dayanıklılık vb.) vardır. Armut meyve olarak yendiği gibi, mayalı içeceklerin yapımında da kullanılır. Sindirimi biraz zordur. Ancak vitamin yönünden çok zengindir. Şekeri de sindirilebilir şekerdir. İstenildiği zaman bolca yenilebilir ancak ekolojik yöntemlerle yetiştirilmemişse soyularak yenilmelidir.

Armut ağacının kabuklarından, genç dallarından, tomurcuklarından, filizlerinden, yaprak ve çiçeklerinden yararlanılabilir. Meyvenin kendisi gibi çeşitli bölümleri de idrar söktürücü, gergin ciltleri yumuşatıcı etkisi için kulanılır.

Elma Ağacı: Tedavi edici özelliklerle dolu elmada vitaminler, sindirilebilir şeker, bedenin dengesi için çok gerekli enzimler, temel asitler ve yaşamsal önemi olan (potasyum, sodyum, kalsiyum, magnezyum, fosfor gibi) elementler bulunur. Meyvenin en zengin yeri kabuğudur. Yabani elma ağacı Avrupa’dan, Orta Asya’ya (kökeninin bu bölge olduğu sanılmaktadır) kadar her yerde yetişir. Bugün 1400’den fazla çeşidi vardır.

Erik Ağacı: Bitkiyle tedavi bilimi, ilaçlarını özellikle yaban eriğinden elde eder. Yaban eriğinin yaprakları demlendiğinde kan temizleyicidir. Meyveleriyse kılcal damarları pekiştirir. Kanamalarda iyi gelir. Yaban eriği meyveleri ayrıca bağırsakların ve idrar yollarının sıkıştırıcı kaslarının işlevlerini destekler. Bu niteliği sayesinde ishale ve idrar tutukluğuna önerilir. Çiçekleri, kramplara, ishale, koliklere ve öksürüğe, akciğer hastalıklarına, kadınların akıntı sorunlarına iyi gelir.

Akdiken: Akdiken, yaban gülü, böğürtlen ve elma ağacı gibi gülgiller ailesindendir. Değişik boylarda ağacımsı bir bitkidir. Gut hastalığına, zatülcenpe (satlıcan), kanamalara, idrar yolları taşlarına iyi gelir. Kabukları ateşe, meyveleri ishale, özellikle çiçekleri kalp atışının düzenlenmesine iyi gelir. Kalp çarpıntısı ve sinir bozukluklarına da iyi gelir, çok iyi bir yatıştırıcıdır.

Kasık Otu: Bu bitki Alman gülünün yeğenidir. Gülgillerin en az sevimli olandır ama erdemleri çok fazladır. Hafif idrar söktürücüdür, böbrek sancıları ve hastalıklarına iyi gelir, ülserleri ve iltihapları geçirir, iyi bir solucan düşürücü ve yorgunluk gidericidir. Ağız ve boğaz iltihaplarına ve ses telleri rahatsızlıklarına iyi gelir. Bunun için bir litre suya iki avuç kuru yaprak atılıp 1/3 oranında azalıncaya kadar kaynatılır. 50 gr. bal, bir avuç ıhlamur ve bir avuç adaçayı katılır ve günde birkaç kez gargara yapılır.

Aslanpençesi (Alchemilla vulgaris): Bitki bilimdeki alchemilla adı Arapça “sihirli küçük şey” sözünden gelir. Bu yararlı otun ünü, iyileştirici özelliği ve gövdesini saran yapraklardaki çiğ damlalarından kaynaklanır. Kristal gibi parlak olan bu damlalar çağlar boyunca ozan ve simyacılara esin vermiş ve birçok gizemli iksirin hammaddesine katkıda bulunmuştur. Aslanpençesi o denli güçlü bir ottur ki, Hıristiyan kilisesi ona “kutsal anamızın mantosu” payesini vermiştir. Bu da kadınların en iyi dostu anlamına gelmekte onların aybaşı dönemlerini düzenleyen, menopoz dönemlerini kolaylaştıran, kadın üreme organındaki yangıları yok eden özelliğini öne çıkarır. Bir Alman yararlı ot uzmanıolan Leonhart Fuch, aslanpençesi çayının uzun süreler içilmesinin kadın hastalıklarında ameliyat sayısını üçte bire indireceğini iddia etmektedir. Ayrıca hafif acımsı tatta olan taze yaprakları küçük parçalar halinde doğranarak yararlı ot salatasına konur. Kozmetikte, kurutulmuş yaprakları çay gibi demlendirilerek aknelerin buharla büzülüp iyileşmesini sağlar. Bu dem gözenek ve aknelere kullanıldığı gibi soğuk kompres olarak yanan gözlere de kullanılır.

Erkeç/Teke Sakalı (Spirea sp.): İngiltere kraliçesi I. Elizabeth’in en çok severek çevresine yaydığı yararlı ot, teke sakalıymış. Ünlü yararlı ot uzmanı John Gerard ise yaprakları hiç baş ağrıtmadan duygulara keyif verdiği için bu bitkinin tüm otları geride bıraktığına inanırdı.

Kilise düğünlerinde çiçekleri etrafa saçıldığı için gelin çiçeği de denir. Çiçeği yararlı ot birası, bal likörü ve şaraplara lezzet katar. Reçellere ve pişirilmiş meyvelere hafif badem kokusu verir. Menopoz rahatsızlıklarında, migrende, şişmanlıkta kullanılır ve etkili bir terleticidir. Kalp üzerinde güçlü bir toniktir.

Abdestbozan: Fındıksı ve keskin hıyar kokusu taşıyan yaprakları garnitürlere, salatalara, yararlı ot katılmış tereyağlara ve yumuşak peynirlere çeşni katmak üzere ya da sebze yemeklerine serpilerek kullanılır. Güveç ve kremalı çorbalara pişme işleminin başında konur. Güneş yanıklarına karşı yapraklarının çay gibi demlenmesi ve yüzün bu çayla yıkanması etkili olur. Yoğun C vitamini içerir.

Dağ Çileği: Yalnız ormanlarda yetişen, tadı ve kokusuna doyum olmayan dağ çileği yaralara, ülsere, koliklere, böbrek ve idrar kesesi mikroplarına ve gut hastalığına iyi gelir. Çilek banyosuysa cildi korur ve canlı tutar. Çünkü kanı temizler, bütün organları uyarır, sinirleri yatıştırır. Hastalıktan sonra çabuk toparlanmaya yardımcıdır.

Böğürtlen: Böğürtlen, sanki her şeyi tırmalamak için yaratılmıştır. Her yeri dikenlerle kaplıdır, kırmızıya dönük morumsu meyveleri vardır. Meyvesi iyice olgunlaşmışsa pekliğe iyi gelir, olgunlaşmadan ise ishale iyi gelir. Fidanın yaprakları, yeni büyüyen genç sürgünleri, çiçekleri ve kökleri de çok etkilidir. Çok gevşemiş organları sıkılaştırır (bağırsak, döl yatağı gibi), diş etlerini sağlamlaştırır ve hemoroitten kaynaklanan ağrılara iyi gelir.

Türklerin geleneksel sanatı olan halı, sanat tarihimizde haklı olarak seçkin bir yere sahiptir. Türk halı sanatı, Türk tarihinin akışı içinde biçimlenmiştir. Halıya dokuma sanatı içinde karakterini veren düğümlü teknik, ilk kez Orta Asya’da Türklerin bulunduğu bölgelerde ortaya çıkmış, gelişimini Türklerle sürdürmüş ve tüm İslam dünyasına Türkler tarafından tanıtılmıştır. Bu geleneksel sanatımızın varlığından, sağlam tekstil motifleri ve düğüm tekniği ile günümüzde de söz edebiliriz. Türk halısının bu teknik özellikleri, düzenli ve sürekli gelişmesinin en büyük dayanağı olmuştur. Düğümlü halıların çok uzun bir geçmişi vardır. Bu tekniğin bulunuşu, göçebe bir kavmin daha kalın ve ısıtıcı bir zemin bulmak

arzusu gibi, pratik bir nedene dayanmaktadır.Buluntular, düğümlü halının ilk kullanıldığı yerin Orta Asya olduğunu göstermektedir. Önemli olan,daha sonra büyük sanat değeri kazancak olan bu dokuma biçiminin, Türklerin bulunduğu bölgede ortaya çıkmış olmasıdır. Altayların eteğinde, Pazırık kurganlarının birinde bulunmuş olan halı, konunun uzmanlarını çelişik düşüncelere yöneltecek teknik ve dekoratif özelliklere sahiptir. Türk düğümü tekniği (Gördes düğümü) ile yapılmış olması, Türk halı sanatının geleneksel tekniğinin çok eski bir geçmişe dayandığını göstermektedir. Bugün için tek örnek olan bu halıyı, Hun Türklerine ait kabul etmek, hem bulunduğu yer hem de tarihlendirme bakımından -M.Ö. 3. ile 1. yüzyıl arası- uygun görülmektedir.Bu halının bulunmasından önce bilinenen eski düğümlü örnekler ise, Doğu Türkistan’da ele geçmiş olan küçük parçalardır. Bu örnekler, M.S. 3. ile 6. yüzyıl arasına tarihlenirler. Tek argaç üzerine açık düğümleme tekniği ile yapılmış olan bu halı parçaları, yalın geometrik motifleri ve parlak renkleri ile dikkati çekerler.Bu tarihlerden sonra, buluntu açısından yine uzun bir bolluk dönemi vardır. Ancak, 8. 9. ve 10. yüzyıllarda İslam kaynaklarında söz edilen halıların gerçek düğüm tekniğinde olduğu ispat edilemez. Mısır’da Eski Kahire’de (Fustat) bulunan bazı parçalar, Orta Asya’da bulunan halı örnekleri gibi, tek argaç üzerine düğümleme tekniği ile yapılmıştır. Yalnız, Abbasi dönemine ait kabul edilen bu parçaların Mısır’da mı yapıldığı, yoksa başka yerlerden mi ithal edildiği açıklığa kavuşmamıştır. Ancak, baklava biçimi desenleri ile Orta Asya örneklerine benzemektedirler. Bu, önemli bir durumdur. Çünkü 9. yüzyıl Abbasi sanatında, özellikle de Samarra kentinde, Türklerle gelen etkiler söz konusudur. Düğüm tekniğinin de İslam sanatına, bu yolla girmiş olduğu söylenebilir.
11. yüzyıldan itibaren Horasan’dan inerek iran’a egemen olan Selçuklular, düğümlü halı tekniğini tüm Yakındoğu’ya tanıtmışlardır. Ne yazık ki, Selçukluların iran’daki egemenlikleri döneminden günümüze hiçbir örnek gelmemiştir.Elimizdeki gerçek Türk düğümlü halıların, ilk kez Anadolu Selçukluların başkenti Konya’da bulunmuş olması, çok önemli bir temellendirme olanağı sağlamaktadır. Anadolu’da Türk halı sanatı, 13. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar düzenli ve sürekli bir gelişme göstermiş, her gelişmede ise yeni yeni halı tipleri ortaya çıkmıştırBu gelişme zincirinin ilk büyük halkası ise Anadolu Selçuklu dönemi halıları olmuştur. Bu halıların Konya Alaeddin Camii’nde bulunmuş olan sekiz tanesi, bugün İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesi’ndedir. Bundan başka Beyşehir Eşrefoğlu Camii’nde bulunan üç halının ikisi Konya Müzesi’nde, uzun zamandan beri kayıp olarak bilinen bir tanesi de ingiltere’de keir Kolleksiyonu’ndadır. Ayrıca, Mısır’da (Fustat) bulunan 100’e yakın parça içinde yedi tanesi, Selçuklu halısı olarak belirlenmiştir. Bunlar bugün isveç müzelerindedir. Türk halı sanatının ilk parlak dönemini tanıtan bu 18 halı, zeminde sonsuz biçimde sıralanan çeşitli geometrik ve stilize bitkisel motifler, olgun renkler ve belirleyici özellikleri olan iri kufî yazılı kenar şeritleriyle büyük bir yaratıcı gücü yansıtırlar. Kaynaklarda hayranlıkla söz edilmeleri ve dışarıya ihraçları da üstünlüklerinin bir başka kanıtıdır.Türk halı sanatına 14. yüzyılın başından itibaren, stilize hayvan figürlerinin süsleyici motif olarak katıldığı görülür.ilk örneklerini daha 14. yüzyıl başında Avrupalı ressamların yapıtlarında gördüğümüz bu halıların orijinallerinin de bulunması, Türk halı sanatında ikinci bir dönemin başladığını göstermektedir. Bu halılarda, hayvan figürlerinin yanı sıra, Selçuklu halılarındaki bazı geometrik motifler, özellikle kufî yazılı kenar şeritleri kullanılmaya devam edilmiştir. Bu yolla birbirine bağlanarak gelişen halı tiplerinin ilk örneği verilmiştir.

Hayvan figürlü halılar, Türk halı sanatının gelişme zincirinin ikinci halkasını oluştururlar. Bu zinciri 15. yüzyıla uzatan en önemli örnekler, Doğu Berlin’deki Ming Halısı, Stockholm’deki Marby Halıları ile İstanbul ve Konya’daki kuş figürlü halılardır.15. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Avrupa resimlerinde görülen hayvan figürlü halıların yerini, geometrik ve soyut bitkisel motifli örnekler almaya başlar. Hayvan figürleri kaybolur, örnekler kare ya da dikdörtgen bölümler içine yerleştirilen sekizgen ve baklava biçimlerini dolgular. “ılk dönem Osmanlı halıları” adı altında topladığımız bu örnekler, ilk kez ıtalyan ressamların tablolarında görülmesine rağmen, halı literatürüne yanlış bir biçimde Alman ressam Holbein’ın adıyla geçmişlerdir.Holbein Halıları dört tipe ayrılmaktadır. Birinci tip, soyut bitkisel motiflerden oluşan baklavaların kaydırılmış eksenler üstüne alternatif olarak yerleştirilişini verir.

Kenar şeridi olarak kullanılan örgülü kufî yazı da Selçuklu geleneğini sürdürmektedir. Aynı şemada olan ikinci tip ise geometrik motiflerin yerini tümüyle soyut bitkisel motiflerin almasıyla seçkinleşir. Holbein aslında bu halı tipini hiç resimlememiştir. Buna karışlık, Venedikli ressam Lorenzo Lotto tarafından resimlendiği için, son zamanlarda halı literatüründe Lotto Halıları olarak adlandırılırlar. Bu iki tip halının, daha sonraki Uşak halıları ile olan teknik ve motif benzerliklerinden dolayı, Uşak bölgesinde yapılmış oldukları kabul edilir. Üçüncü tipteki halılarda ise, eşit büyüklükte kare ve dikdörtgenlerin üst üste sıralandığı bir bölümlemeyle karışlaşırız. Bu nedenle üçüncü tipteki örnekler hayvan figürlü halıların kompozisyon düzenine bağlanırlar. Ortada yer alan sekizgenin içinde de yıldız ya da girift geometrik biçimler bulunmaktadır. Dördüncü tip halılar ise bir önceki tipin değişik bir çeşididir. Büyük bir sekizgenin çevresinde daha küçük sekizgenlerin gruplaşmasını vermektedir. Geometrik biçimler ve özellikle kufî yazıdan geliştirilmiş kenar şeritleri, Selçuklu geleneğini yaşatmaktadır.

Üçüncü ve dördüncü tip halılar, Bergama bölgesinin ürünleridir. Daha sonra ortaya çıkacak olan Bergama halılarına geçişi sağlayan bu örneklerle gelişme zincirinin üçüncü halkası da tamamlanmıştır.Türk halı sanatının klasik dönemi olarak kabul edilen 16. ve 17. yüzyılda yeni bir biçimler dünyasının kapıları açılmıştır. Selçuklu halılarının sağlam geometrik motifleriyle oluşan ilk parlak dönemin yerini, 16. yüzyılda madalyon motifi ve çeşitli zengin bitkisel kompozisyonların yer aldığı ikinci bir parlak dönem almıştır. Bu motifler, Türk halı sanatına yepyeni bir zenginlik kazandırmıştır. Dönemin halıları iki grupta toplanmaktadır.

Birincisi, Uşak Halıları adını alan çok geniş bir gruptur. Bu halılarda madalyon motifi esas olmuş, madalyon biçimlerine göre “Madalyonlu” ve “Yıldızlı” Uşak halıları olmak üzere iki tip ortaya çıkmıştır. Bu halılarda madalyonlar zemin üstünde, tüm Türk halılarına temel olan sonsuzluk ilkesine göre yer alırlar. Bu gruba giren halılar varlıklarını, çeşitlenerek 18. yüzyıl sonuna kadar sürdürmüşlerdir. Özellikle 16. yüzyıl ıtalyan, 17. yüzyıl Flaman ve Hollanda ressamlarının tablolarında görülürler.Bu halılarda büyük bir motif zenginliği karışmıza çıkar. Özellikle sembolik bir kudret motifi olan kaplan ve panter postunun yanında, üç benek ve bulut motifleri de bu zenginliği yaratan formlardır. Ayrıca, iki yaprak arasında kalan renkli zeminin kuşa benzemesi nedeniyle “Kuşlu halı” olarak adlandırılan örnekler ve bazı çiçekli halıların tümü, Uşak halıları olarak genel bir ad altında toplanırlar.

Bu örnekler de Türk halı sanatının gelişme zincirinde dördüncü halkayı oluşturur.16. yüzyılda klasik Osmanlı halıları adı altında toplanan ikinci grubu ise, Saray Halıları oluşturur. Bu, Türk halı sanatında yeni bir tekniğin ve tümüyle natüralist çiçek motiflerinin görüldüğü bir gruptur. Öteki Türk halılarından farklı olarak, Osmanlı saray halılarında ıran düğümü (Sine düğümü) kullanılmıştır. Bunun nedeni de zengin bitkisel motiflerin, hançer biçimli kıvrık yaprakların, lale, sümbül, karanfil, bahar dalı gibi çiçeklerin bu teknikle daha kolay olarak işlenebilmesidir. Bu halıların yapıldığı ilk yer olarak, 1517’den sonra Osmanlı İmparatorluğu sınırlarına katılmış olan Kahire kabul edilir. Bu halılar İstanbul sarayından gönderilen desenlere göre, Mısır’da bulunan, ipeğe benzer ince bir yünle yapılmıştır. Ama 1585 tarihli bir fermanda belirtildiği gibi, Sultan IŞI. Murad 11 halı ustasını yeterli yün malzeme ile birlikte Mısır’dan İstanbul’a getirtmiştir. Bu ustalar, İstanbul’da saraya bağlı bir atölyede, ya da o dönemde ipek kumaşları ile ünlü Bursa’da çalışmış olmalıdırlar. Çünkü bu tarihten sonra halıların malzemesinde bir değişiklik olmuş, argaç ve arışlarda ipek kullanılmaya başlanmıştır.

Osmanlı saray halılarında sonsuza değin uzanan zemin deseni esastır. Madalyon motifi ise bu zemin üzerinde ikinci derecede önemlidir. Bu dönemde halılar, Osmanlı saray üslubunu oluşturan saray nakkaşlarının çizdikleri desenlere göre yapılmıştır. Bu örnekler, dönemin kumaş, kilim, çini, tezhip ürünlerinde görülen üslup birliğinin halı sanatındaki temsilcileridir. Bu halılar, 18. yüzyıla kadar tutarlı bir üslupla yapılmışlar, ama daha sonra inceliklerini yitirmelerine rağmen natüralist görünüşlerini koruyacak biçimde varlıklarını sürdürmüşlerdir. Temelde geleneğe bağlı olan bu halılar da Türk halı sanatının gelişme zincirine beşinci halka olarak katılmıştır. Türk halı sanatı, 18. yüzyılda başlayan gerilemeye, köklü bir geleneğe bağlanan sağlam teknik ve zengin motiflerle bir süre karış koymuş, gelişimini halk sanatının yalın ama sevimli üslubu içinde 19. yüzyılda da sürdürmüştür.1844’te Sultan Abdülmecid tarafından kurulan Hereke’deki kumaş tezgahlarına, 1891’de Sultan II.Abdülhamid zamanında 100 kadar halı tezgahı da eklenerek, Osmanlı saray üslubundaki halıların yeniden yapılabilmesi için bir atılımda bulunulmuştur.

Bugün, Sümerbank’a geçmiş olan bu tesislerde hala çok kaliteli halılar yapılmaktadır. Bunun dışında, bugün bütün Anadolu’da, özellikle de Kayseri, Sivas, Konya, Kırşehir ve civarı, başta Isparta olmak üzere Batı Anadolu’daki eski halı merkezlerinde (Uşak, Bergama, Kula, Gördes, Milas, Çanakkale) ve Doğu Anadolu’da bu geleneksel sanatımızın yaşatılması yolunda çalışmalar yapılmaktadır.Biraz da Türk halı sanatı içinde önemli bir yeri olan seccadelerden söz edelim. Bu önem, büyük ölçüde, seccadelerin namazlık olarak kullanılmalarından gelmektedir. Seccadelerin en erken örnekleri 15. yüzyılı kadar inmektedir. Saf seccade adı ile tanınan ve camilerdeki mihrap nişi motifinin yan yana sıralanması ile oluşan örnekler, 16. yüzyılda da yapılmıştır. Saf seccadelerin önemi, camilerde sıra (saf) halinde namaz kılmaya çok uygun olmalarından gelmektedir. Bu tipin en görkemli örnekleri, 16. yüzyıl Uşak Seccadeleri’dir. Bu seccadelerde mihrap nişi daha kıvrımlı hatlar kazanmış, nişin tepesine bir kandil motifi konulmuş, ayakların basacağı yerler belirtilmiştir. Gerek mihrap nişi köşelerinde gereksekenar şeritlerinde saray seccadelerinden gelen lale, sümbül, karafil gibi bitkisel motifler ve çiçek açmış bahar dalları yer almaktadır.

Bu üsluptaki seccadeler 17. yüzyıl ortalarına kadar yapılmıştır. Uşak seccadelerinin bir türü de Transilvanya tipi olarak adlandırılan örneklerdir. Çoğu Transilvanya bölgesinde bulunduğu için bu adla anılırlar. Bu seccadelerin en dikkati çekici özelliği ise kenar şeritlerinde kartuş dediğimiz motifin bulunmasıdır.Türk seccadeleri içinde en karakteristik örnekler, 17. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Bunlar arasında en zengin grubu, Türk düğümüne adını veren Gördes Seccadeleri oluşturur. Kırmızı ve mavi renklerin egemen olduğu mihrap nişinde, kandil motifi yerine kimi zaman ibrik ya da çiçek demeti de kullanılmıştır. Kıvrımlı mihrap nişi, iki yanda sütunçelerle taşınmaktadır. Mihrap nişi dolgularında ve köşegenlerde yer alan çiçek açmış bahar dalları ile stilize çiçekler, Osmanlı saray halılarının etkisini yaşatmaktadır.17. yüzyıldan itibaren karışmıza çıkan Kula Seccadeleri, Gördes seccadelerine benzemekle birlikte mihrap nişleri daha yalın, renk tonları ise daha açıktır. Kula seccadelerinin en önemli özelliği, kenarlarında yer alan birkaç sıralı şeritlerdir. Kula seccadelerinde mihrap nişi yalın olan örneklerin yanı sıra, niş zemininde belirli bir düzene göre işlenmiş stilize çiçeklerin yer aldığı örnekler de vardır.

. Kimi örneklerde ise mihrap nişinin ortasında yer alan ve ters duran bir vazo motifinden çıkan stilize çiçeklerle ince uzun mihrap nişi tümüşle doldurulmuştur.Mihrap kemerinin kademeli olduğu Ladik Seccadeleri’nde, mihrap nişinin içi sütunçelerle iki ya da üç bölüme ayrılmıştır. Bir başka özellikleri de mihrap nişinin bazen altında, bazen de üstündeki sivri dilimli bölemlerden çıkan stilize lale formlarıdır. Ladik seccadelerinde, İslamın temizliği ile ilgili ibrik, tarak gibi motifler de bulunur. Parlak kırmızı ve mavi renkler, en önemli özellikleridir. Çoğu örneklerde ise, Osmanlı saray halılarında görülen lale, sümbül, karanfil motiflerinden oluşan ve “Ladik bordürü” adını alan karakteristik bir bordür deseni bulunmaktadır.Milas Seccadeleri ise, daha çok sarı, kahverengi, turuncu ve mavi renklere sahiptir. Milas seccadeleri arasında mihrap içi, stilize bir hayat ağacı motifi ile dolgulanmış örnekler de vardır. Bir başka tür, parlak renkleri ve geometrik motifleriyle seçkinleşen Bergama Seccadeleri’dir. En önemli özellikleri ise, mihrap nişinde alttan ya da üstten girinti yapan bir formun bulunmasıdır. Konya yöresi seccadeleri ise çeşitli formları ile büyük bir zenginlik gösterir. Genellikle geometrik desenleri vardır. Hayvan postu üzerinde de namaz kılınabildiği için, post motifi Konya yöresi seccadelerine girmiş ve daha çok da “Benekli postlar” kullanılmıştır.