Archive for the ‘suyolu’ Category

Özet

Endülüs Müslümanlarının 732 senesinden sonra sürüklendikleri asabiye savaşları, İspanya’yı İslâm’ın mutlak hakimiyetinden çıkararak, kuzeyi Hıristiyanların güneyi ise Müslümanların hakimiyetinde olmak üzere ikiye bölmüş, daha da önemlisi bu ülkeyi iki taraf arasında sekiz asır dürecek bir mücadele zeminine dönüştürmüştür. Bir başka deyişle Müslüman fatihler, kendi aralarında mücadeleye dalmakla adeta kendi düşmanlarını kendileri ihdas etmişlerdir.

Emevilerin 756 senesinde Endülüs’ü bağımsız bir devlet haline getirerek siyasi birliğini sağlamaları, Hıristiyan ilerlemesine karşı ciddi bir engel teşkil etmiştir. Bu sayede çok erken tarihlerde gerçekleşebilecek bir zevalin önüne geçmiştir.

976 senesine kadar Endülüs’ün siyasi birliğini başarıyla temin ve temsil eden Emevi hanedanı, bu tarihten itibaren güç ve nüfuzunu yitirmeye başlamış; Âmiriler ailesinin rakip bir güç olarak ortaya çıkışı, devletin bütün dengelerini alt üst etmiş ve neticede sistemi çözüm üretemez hale getirmiştir. Merkezi idarenin bu acziyeti, neticede mahalli aristokrasilerin güçlenmesine ve ülkenin bölünmesine vesile olmuştur.

Emevi halifeliğinin 1031 senesinde yıkılması üzerine, Müslümanlar arasında ideal birliği ve ortak yaşama azmi kaybolduğu için, 1031-1090 seneleri arası Endülüs’te siyasi bölünmenin kemikleştiği yıllar olmuştur. Bu bölünme, tıpkı 732 senesi sonrasında olduğu gibi Hıristiyan İspanya için Reconquista fikrini yeniden gündeme getirmiştir. Endülüs’ün tamamının işgalini hedefleyen bu fikir uygulamaya konulurken tedriciliğe dayalı bir strateji takip edilmiştir. Bu strateji çerçevesinde, önce Müslümanların kendi aralarındaki ihtilaflar olabildiğince tahrik edilerek zayıf düşmeleri için çalışılmıştır. Bunu, zayıflayan ve kendiliğinden teslim olaya hazır hale gelen Endülüs şehirlerinin işgali takip etmiştir. Bu süreç, en son 1492’de Gırnata’nın teslim alınmasıyla son bulmuştur.

1492’de Gırnata’nın işgaliyle Reconquistanın askeri hedefi bitmiş, dini cephesi başlamıştır. Kendisinden başka herhangi bir dinin varlığına tahammül edemeyen İspanyol kilisesi, siyasiler üzerindeki nüfuzunu kullanarak, Hıristiyan hakimiyetinde kalan Endülüs Müslümanlarına karşı Hıristiyanlaştırma kampanyası başlatmıştır. Engizisyon mahkemeleri, baskı, işkence ve katliam bu kampanyanın ayrılamaz bir parçası olmuştur. Ancak, bütün bunlar, Müslümanları dinlerinden koparmak ve kilisenin isteği ölçüsünde Hıristiyan yapmak için yeterli olmamıştır. Bu durumda, Hıristiyan İspanya’yı, bir asırdır tatbik etmekte olduğu imha siyasetinin son adımını atmaya, yani Endülüs Müslümanlarını 1609 senesinde İspanya’dan sürmeye sevk etmiştir. Böylece, 1492’de Yahudiler için kullanılan sürgün mekanizması, bu sefer Müslümanlar için harekete geçirilmiş ve bu suretle en az yarım milyon insan, kendi öz yurtlarından kovulmuşlardır.

Giriş

İlk İslam fetihlerinin son halkasını, 711-714 yılları arasında gerçekleştirilen İspanya’nın fethi teşkil eder. Müslümanlar, bu yeni ülke için İspanya yerine hep Endülüs adını kullandılar. İslam’ın Endülüs’teki siyasî varlığı, 1492 senesine kadar tam 781 sene, bir başka ifadeyle yaklaşık sekiz asır sürdü.

Bu sekiz asrın siyasî tarih açısından, iktidarı elinde bulunduranlar esas alınarak aşağıdaki şekilde beş ana bölümde ayrılarak incelenmesi, adet haline gelmiştir:
I- Valiler Dönemi (714-756): Bu dönemde Endülüs önce doğudaki Emevîlere, bilâhare ise Abbasîlere bağlı bir vilayettir. Dolayısıyla merkezi idare adına valiler tarafından idare edilmektedir.

II- Endülüs Emevîleri Dönemi (756-1031): Bu dönemde 750 senesinde Abbasîlerin iktidardan indirdikleri Emevîler, 757 senesinde Endülüs’ün hakimiyetini ele geçirerek, doğuda yıkılan saltanatlarını batıda yeniden diriltme imkanı bulmuşlar ve 1031 senesine kadar tam 275 yıl süreyle Endülüs’ün kaderini ellerinde tutmuşlardır.

III- Mulûku’t-Tavaif veya Küçük Sultanlıklar Dönemi (1031-1090): Bu dönemde, Endülüs’ün daha önce Emevî hanedanı tarafından muhafaza edilen siyasî birliği dağılmış, ülkenin hemen her şehri bağımsızlığını ilân etmiştir.

IV- Murâbıtlar ve Muvahhidler Dönemi (1090-1227): Bu dönemde Endülüs, Kuzey Afrika’da birbiri ardına kurulan iki güçlü imparatorluktan önce Murâbıtlara sonra da Muvahhidlere bağlı bir vilayet durumuna düşmüştür.

V- Gırnata Sultanlığı veya Nasriler Dönemi (1231-1492): Bu dönemde Endülüs’te Müslümanların elinde sadece Gırnata ve civarı kalmıştır. Dolayısıyla Endülüs denilince, siyasî tarih açısından sadece Gırnata akla gelmektedir.

Alışılan bu taksimin yanında, Endülüs tarihini bir de İslam hakimiyetinin gücü bakımından bir sınıflandırmaya tabi tutmak istediğimizde, meseleyi şu ana başlıklar altında ortaya koymamız mümkündür:
I- Mutlak Üstünlük Dönemi (711-1031)
II- Savunma ve Yıpranma Dönemi (1031-1227)
III- Gerileme ve Yıkılış Dönemi (1227-1492)
IV- İmha Dönemi (1492-1609).

I- Üstünlük Dönemi: Bu dönem Endülüs’ün fethiyle başlar. Bilindiği gibi 711 senesinde İspanya’ya giden İslam orduları, 3 sene zarfında bu ülkenin yüzde doksanının fethini tamamlamış, daha sonraki yıllarda Preneleri aşarak Avrupa’nın fethine koyulmuştur. Nitekim 732 senesine gelindiğinde, İspanya’dan başka Güney Fransa’nın büyük bir bölümü de İslam hakimiyetine girmiş ve Müslümanlar bugünkü Paris’in 100 km. kadar yakınına ulaşmışlardır.

756 senesinde Endülüs Emevî Devleti’nin kurulması Endülüs’ü Abbasîlere bağlı bir uç vilayet olmaktan çıkarıp, siyasî gücü ve çatısı her geçen gün pekişen, X. yüzyıla gelindiğinde bölgesinin en güçlüsü olan bir devlet konumuna kavuşturdu. X. yüzyılda III. Abdurrahman ve II. Hakem gibi Endülüslü sultanların isimleri zikredildiğinde, onların sırf Endülüs Müslümanlarının halifeleri oldukları değil, kuzeydeki Hıristiyan İspanyol krallıklarının ve Kuzey Afrika’daki bazı Müslüman Berberî hanedanlarının efendileri oldukları da çağrışım yaptırıyordu. Bu güç ve nüfuzdur ki, kendisini Müslümanların birliğini temsil etmek üzere halife ilan eden III. Abdurrahman’ı, kendi sülalesi dışında hiç kimsenin bu unvanı kullanma hak ve gücüne sahip olmadığını söyleyecek kadar ileri götürmüştür. Onun “hiç kimse” derken hem Abbasî hem de Fatımî halifelerini kastettiği aşikârdır. Endülüs Emevî Devleti’nin sahip olduğu aynı güç ve nüfuzdur ki, Kuzey Afrika’yı Şiîleştirmek için varını yoğunu harcayan Fatımîleri Mısır’a kadar sürmüş, Bizans imparatorlarını, Almanya ve Danimarka hükümdarlarını Kurtuba ile siyasî ilişkiler kurmaya sevk etmiştir.

Ne var ki, siyasî gücü, yakaladığı refah seviyesi ve sağladığı medenî gelişmeyle gözleri kamaştıran ve değil yıkılacağına zayıflayacağına bile kimsenin ihtimal vermediği bu devlet, bir devlet hayatı için göz açıp kapama müddeti kadar kısa sayılabilecek 20 senelik bir sürede aniden çöktü (1031).

II- Savunma Dönemi: 1031 senesindeki çöküşle Endülüs için artık üstünlük dönemi bitmiştir. Zira Emevî Devleti’nin çöküşü neticesinde ülke bir bölünme süreci yaşamıştır. Bu bölünme, İspanya’da daha önce Müslümanlar lehine olan güç dengesinin bozulmasına ve Hıristiyan İspanya lehine dönmesine sebep olmuştur. Endülüs Müslümanları bundan sonra hep ellerinde olanı muhafaza etmekle meşgul oldular. Ne var ki, ilerleyen zaman, onların bunu da beceremeyeceklerini ortaya koydu. Daha II. yüzyılın sonlarında gerçekleşebilecek top yekun bir Hıristiyan işgali, ancak, Kuzey Afrika’dan yardıma gelen, önce Murâbıtlar’ın sonra da Muvahhidler’in çabalarıyla bir asır daha geciktirilebildi.

III- Gerileme ve Çöküş: Murâbıtların ve Muvahhidlerin Endülüs’e geçişleri, az önce de ifade edildiği gibi, Hıristiyan işgalini geciktirmekle beraber, 1031 senesinde Emevî Devleti’nin çöküşüyle içine düşülen bölünme olgusunu kökünden halledemedi. Bu keyfiyet Hıristiyan İspanya’yı yeniden harekete geçirdi ve Muvahhidler idaresinin Endülüs’te gücünü yitirdiği 1227 senesinden 1250 senesine kadar geçen 23 senelik süre zarfında, Kurtuba, İşbiliye, Belensiye, Ceyyan, Tudela, Sarakusta, Mâride, Mürsiye gibi İslam şehirleri birbiri ardına Hıristiyan egemenliğine geçti. Müslümanların elinde sadece Gırnata ve civarı kaldı. Böylece, bir zamanlar Paris önlerine uzanan İslam hakimiyetinin Avrupa’daki sınırları, şimdi sadece Gırnata’ya münhasır kalmış oldu. Bu hakimiyet, bütün menfî gelişmelere rağmen 1492 senesine kadar iki buçuk asır daha devam edecektir ancak bunda Gırnata sultanlarının takip ettikleri başarılı siyaset yanında, Hıristiyan İspanya nezdinde Gırnata’nın işgalinin tâlî derecede bir mesele konumuna düşmüş olmasının da rolü bulunduğunu unutmamak lazımdır. Nitekim, birinci derecede önemli meselelerini hallettikten sonra Hıristiyan İspanya için Gırnata’yı işgal etmek ve bu suretle Müslümanların Endülüs’teki siyasî varlıklarına son vermek hiç de zor olmamıştır. Böylece İspanya veya bizim deyişimizle Endülüs, tıpkı 711 senesi öncesinde olduğu gibi tamamen Hıristiyan hakimiyetine girmiştir.

IV- İmha Dönemi: 1492 sensinde siyasî hakimiyetlerini kaybetmelerine rağmen, Endülüs Müslümanlarının büyük çoğunluğu, verilen taahhütlere güvenip, Hıristiyan hakimiyetinde de olsa, kendi topraklarında kalmayı tercih ettiler. Ne var ki işgalin üzerinden daha beş yıl bile geçmeden bu Müslümanlar, tarihte benzerine ender rastlanan bir imha hamlesiyle karşı karşıya kaldılar. Ayrıntılarını zorla Hıristiyanlaştırma, katliam, engizisyon mahkemeleri ve toplu sürgünlerin oluşturduğu bu hamle, 1609 senesinde tamamlandı. Neticede ne hayatta kalan bir Müslüman, ne de ayakta kalan bir cami bırakıldı. Kısacası, sekiz asır İspanya’nın kaderinde söz sahibi olan Müslümanlar, sanki bu ülkeye hiç ayak basmamışlardı.

A. Yıkılışa Götüren Sebepler
Pekiyi, Endülüs nasıl oldu da böyle bir sonla noktalandı? İşte bu çalışmada esas itibariyle bu soruya cevap aramaya gayret edilecektir. Meseleyi bütün yönleriyle ortaya koymak ve tartışmak, taktir edilir ki, böyle mütevazi bir çalışmanın sınırları dışında ek bir incelemeyi gerektirir. Bu çalışmada esas itibariyle yapılmak istenen iş, Endülüs’ün zevalini sorgularken göze takılan bazı hususların altını çizmektir. Bu hususları başlıca dört başlık altında ele almak mümkündür: Asabiye Problemi, Sistem Tıkanması, İdeal ve Ufuk Daralması, “Reconquista”.

1. Asabiye Problemi

Umumi bir değerlendirme çerçevesinde konuya yaklaşıldığında görülen odur ki, Endülüs’ün zevali süreci bir çoklarının iddia ettiği ve çoğumuzun zannettiği gibi güçlü Endülüs Emevî Devleti’nin 1031 senesinde yıkılışıyla ya da Muvahhidler hakimiyetinin 1227 senesinde zayıflamasıyla değil, fetih hareketinin hemen sonrasında başlamıştır. Birbiriyle çelişik gibi görünse de Endülüs’ün iniş grafiği çıkış grafiğiyle birlikte harekete geçmiştir. Bir başka ifadeyle, yıkılışa öncülük edecek gelişmeler, kuruluşu tamamlamak için sarf edilen gayretler esnasında yaşamıştır ki, bu gelişmelerden biri Müslümanların kendi içlerinde, kendileri yüzünden; diğeri ise kendilerinin bahşettikleri imkanlar sayesinde mağlup Hıristiyan cephesinde yaşanmıştır. Açık bir biçimde ifade etmek gerekirse, fetih hareketlerinin üzerinden henüz bir çeyrek asır bile geçmemişken, 732 senesinden sonra Müslüman fatihlerin içine düştükleri asabiye girdabıdır ki, Endülüs için zeval sürecini başlatan ilk ciddi gelişme olmuştur.

Doğrusu asabiye, sırf Endülüs’ü değil ilk dönem İslam tarihinde İslam coğrafyasının önemli bir kısmını meşgul eden bir mesele olup, kökü İslam öncesi döneme kadar gitmektedir. Bilindiği gibi cahiliye dönemi Araplarının ictimai bünyeleri bakımından dikkat çeken en önemli yanları, muhtelif kabilelere ayrılmış olmalarıydı. Bu bünyede nihai bağlılık unsuru kabile asabiyetidir ve bu asabiyet, parçalayıcı bir asabiyettir. Bundan dolayıdır ki, bedevi, kendi kabilesi dışında hiçbir beşeri otoriteye boyun eğmemiş, dolayısıyla ” devlet ” kavramını idrak edememiştir. Yine bundan dolayıdır ki, Cahiliye dönemi Arapları daha çok ” Eyyam “larıyla, yani kendi aralarında gerçekleşen kabile çatışmalarıyla meşhur olmuşlar ve Arap yarımadası üzerinde, dünya ve ya bölge tarihinde hatırı sayılır bir siyasi güç haline gelememişlerdir; oysa beşeri potansiyelleri bunun için fazlasıyla yeterliydi. Bunu başaramadıkları için de Hicaz hariç Arabistan’ın Güney ve Kuzey bölgeleri, dönemin iki süper gücü olan Bizans ve Sasaniler’in nüfuzu altına girmiştir. Sözü edilen parçalayıcı kabilecilik anlayışı yerine kuşatıcı ve kucaklayıcı bir ümmet anlayışını yerleştirmek, Hz. Peygamberin temel hedeflerinden biri olmuştur. Bu kavram çerçevesinde iman kardeşliği, kan kardeşliğinin önüne geçirilmiştir. Bu yeni İslami anlayışın, kök salması sayesindedir ki, Arap yarım adası, tarihinde ilk kez Hz. Peygamberin önderliğinde tek bir siyasi çatı altında birleşme imkanına kavuştu. Hz. Peygamberin vefatından sonra çölden çıkan İslam orduları, çok kısa bir süre içinde o günün iki süper devletinden biri olan Sasaniler’i tarih sahnesinden silerken, bir diğeri olan Bizans İmparatorluğunu büyük miktarda toprak kaybına uğrattılar.

Ne var ki İslam’ın getirdiği ümmet anlayışı Hz. Osman’ın öldürülmesi hadisesi ile, derin bir yara aldı. Kabilevî eğilimler ve kabile asabiyeti yeniden su yüzüne çıktı. Emeviler’in iktidara gelişinden sonra bu eğilimler ve bu eğilimlerin sebep olduğu kabileler arası çatışmalar daha da arttı. Emeviler dönemindeki kabile çatışmalarında kâh kökleri çok eskilere dayanan husumetlerin görmelik bahanelerle yeniden depreşmesi, kâh devlet hayatında ve idaresinde daha etkin yer edinme gayretleri ve kâh da bazı Emevi idarecilerinin siyasi nüfuzlarını pekiştirmek maksadıyla kabileler arasındaki husumetten yararlanma teşebbüsleri ve ya ganimetten daha pay alma hırsı gibi siyasi, içtimai ve iktisadi amillerin rolü bulunuyordu. Asıl önemli olan husus, bu kabile çatışmalarının muayyen bir bölge ile sınırlı kalmayıp, Arap kabillerinin yerleştiği Irak, Horasan, Kuzey Afrika gibi o günkü İslam coğrafyasının hemen her tarafına yayılmış olmasıydı.

Öte taraftan Emevîlerin idarî tasarruflarında ve sosyal münasebetlerinde, İslam’ın musâvât (eşitlik) anlayışını bir tarafa bırakıp Arapları öne geçiren, yani “Arapçılık” görüntüsü veren bir politika izlemeleri, İslam coğrafyasını bu sefer de Araplarla Arap olmayan Müslümanlar (mevâli) arasındaki çatışmalara sahne yaptı. Böylece kabile asabiyetine kavim asabiyeti de eklenmiş oldu. Bu asabiyetin neticeleri Orta Asya’da Türk-Arap, Horasan’da Fars-Arap, Kuzey Afrika’da ise Berberî- Arap çatışması şeklinde tezahür etti. İslam dünyasında görülen bu kabile ve kavim asabiyeti ve asabiyetten kaynaklanan çatışmalardan Endülüs de nasibini aldı.

Bilindiği gibi Endülüs’ün fethini gerçekleştiren İslam ordusu, Araplar ve Berberîlerden oluşuyordu. 711-714 seneleri arasında İspanya’yı, 732 senesine kadar ise Güney Fransa’yı İslam hakimiyetine katan bu ordu, 732 senesinde Fransa’daki Puatye (Poitiers, Balâtu’ş-Şühedâ) savaşında Franklara mağlup olduktan sonra, artık dışa değil içe dönük bir mücadele sürecine girdi. Zira, Emevilerin mevâli siyasetinin temel bir sonucu olarak Kuzey Afrika’da Berberîlerin 741 senesinde Araplara karşı topyekün isyan etmesi, çok geçmeden Endülüs’e sıçradı. Ülkenin idaresini ellerine geçirmeyi başaran Endülüs Berberîleri, Arapların yerleştikleri merkezlere karşı harekete geçtiler. Hareket kısa zamanda bir Arap katliamına dönüştü. Araplar bu soykırımdan ancak Kuzey Afrika’dan Endülüs’e sığınan 10-12 bin kişilik Suriyeli askerlerin yardımları sayesinde kurtuldular. Hemen akabinde bu sefer de Araplar Berberîlere karşı bir soykırım başlattılar. Bu gelişmenin bir sonucu olarak Berberîlerin özellikle de İspanya’nın kuzeyine yerleşenleri, kafileler halinde Kuzey Afrika’ya göç ettiler.

Berberî isyanının bu şekilde bastırılmasından sonra beklenen, Endülüs’te istikrarın yeniden sağlanıp, fetih hareketlerinin kaldığı yerden devam ettirilmesiydi. Ancak bu sefer Şam’dan gelen Arap askerleri ile daha önce Endülüs’e gelip yerleşmiş olan Araplar -ki bunlara kaynaklarda “Belediyyûn” denmektedir- arasında ihtilaf çıktı. Belediyyûn’un “Artık geldiğiniz yere dönünüz; Endülüs’te kalmanız doğru değildir zira bu topraklar bize bile zor yetiyor” demeleri üzerine, Suriyeli askerler buna itiraz ettiler iki taraf arasındaki bu ihtilaf, sonunda son derece kanlı çarpışmalara dönüştü. Problem, doğudan gönderilen yeni Endülüs valisi Hüsam b. Dırar el-Kelbî’nin, Suriyelileri gayr-ı Müslimlerin ellerindeki bazı topraklara yerleştirmesiyle çözümlendi. Fakat, bu problem çözümlendi derken, hemen akabinde Endülüs’teki iki büyük Arap kabile kolu olan Kayslılar ile Yemenliler arasında savaş patlak verdi. Bu savaş esnasında taraflardan birinin diğerinden ele geçirdiği esirleri müzayede değil “münakada” (açık indirme) usulüyle satışa arz ettiğini, mesela esirlerden birini bir oğlak, bir diğerini ise bir köpek karşılığında sattığını söylemek, aradaki husumetin boyutu hakkında bir fikir vermeye yeterli olsa gerektir.

756 senesinde Endülüs Emevî Devleti’nin kuruluşuna kadar aralıklarla on yıldan daha fazla süren bu asabiye savaşları, Endülüs Müslümanlarını tam anlamıyla bir kaosa sürükledi. Bu kaosun içerdeki bedeli çok sayıda can ve mal kaybıydı. Fakat dışarıdaki bedeli çok daha ağırdı ve Endülüs’ün geleceği açısından asıl önemli olan da işin bu tarafıydı. Zira bu savaşlar sebebiyledir ki, İspanya’nın kuzey batısındaki dağlık Asturias bölgesine tutunmuş olan ve sayılarının üç bini hatta üç yüzü aşmadığı rivayet edilen çok küçük bir Hıristiyan gücü, bu bölgedeki Berberîlerin Kuzey Afrika’ya göçmelerini fırsat bilerek yeniden toparlandılar ve nüfuz alanlarını gittikçe genişleterek 750 senesinde bağımsız Asturias Krallığı’nı kurdular. İlerleyen zaman içerisinde bunu Navar Krallığı ve Barselona Kontluğunun kuruluşu izledi. Ayrıca Güney Fransa Frankların hakimiyetine girdi. Böylece Müslümanlar, 711-732 seneleri arasında gerçekleştirdikleri fetihlerle elde ettikleri toprakların yarısına yakınını kaybettiler. Yine böylece 711-714 seneleri arasında tamamen Müslümanların hakimiyetine giren İspanya, yani Endülüs, kuzeyi Hıristiyanların, güneyi ise Müslümanların egemenliğinde olmak üzere ikiye bölündü. Bundan sonra iki taraf arasında tam sekiz asır sürecek ve neticede Müslümanların hezimetiyle kapanacak bir mücadele süreci başlamış oldu.

Endülüs’ü kaosa iten ve İspanya’nın yerli halkının karışmadığı, yani fatihlerin kendi aralarında cereyan eden bu hesaplaşma ancak doğuda 750 senesinde iktidardan düşürülen Emevîlerin 757 senesinde bu sefer Endülüs’te iktidarlarını yeniden ihya etmeleriyle, tamamen söndürülmediyse de önemli ölçüde geriletti. Endülüs Emevî Devleti’nin yaptığı ilk iş, düzenli bir ordu kurmak oldu. Bu ordu esas itibarıyla Araplara dayandı, ancak bir denge unsuru olması için Arap olmayanlardan (Berberîler, Sakâlibe) da birlikler teşkil edildi. Öte taraftan kuzeyde yeni kurulan Hıristiyan İspanyol krallıklarının Endülüs aleyhine gelişmelerini engellemek için iyi bir sınır müdafaa sistemi oluşturuldu.

İçe ve dışa dönük bu düzenlemelerle Endülüs kısmî bir istikrara kavuştu. Dışarıda her sene düzenlenen askerî seferlerle Hıristiyan kesimi yıpratılmaya çalışıldı. İçeride imar ve ıslah faaliyetlerine girişildi. Bu arada İspanya’nın yerli halkı arasında oldukça hızlı sayılabilecek bir İslamlaşma ameliyesi başladı, öyle ki kanunların sunduğu malumatı yanlış değerlendirmiyorsak, İslam hakimiyeti altında kalan ve sayıları yaklaşık dört milyon olarak tahmin edilen Hıristiyan İspanyolların yarısından fazlası Müslüman oldu. Kaynaklarımızda bu yeni Müslümanlar için daha çok “Muvelledûn” ismi kullanılmaktadır. Sözü edilen İslamlaşma hareketi, Endülüs’te İslam’ın ve İslam hakimiyetinin pekişmesi açısından önemli bir gelişmeydi; ne var ki, bu gelişme en az o kadar önemli yeni bir gelişmeyi de beraberinde getiriyordu. Arap-Muvelledûn çatışması…

Endülüs Emevileri emirlik döneminde (756-929), Doğu Emevîleri kadar olmasa da yine de devlet hayatında tercihlerini Araplardan yana yaptılar. Ordu esas itibarıyla Araplardan teşekkül ediyordu. Emirlerin hâssaları çoğunlukla Araplardı. Öte taraftan muhtelif bölgelere yerleştirilen Araplar da kabilevî kimliklerini olduğu gibi muhafaza ettiklerinden, yerli halkla hemen kaynaşmadılar. Üstelik onlara, kendileri gibi Müslüman olmalarına rağmen, deyim yerindeyse tepeden baktılar.

Arap idareciler ve Arap kabileleriyle yerli Müslümanlar arasında görülen bu farklılıklara, bazı iktisadî sıkıntılar da eklenince, Endülüs Emevî Devleti, IX. yüzyılın ikinci yarısının son çeyreğinde, bir öncekine göre daha sarsıcı ve daha uzun vadeli yeni bir etnik çalışmalar dönemine girdi. Ülkenin değişik bölgelerinde çoğu Müvelled asıllı mahallî aristokrasiler, Kurtuba’ya kafa tutmaya, bu bağlamda devlete vergi vermemeye, dahası kendi iradelerini ve ordularını oluşturmaya yöneldiler. Bu durumda Emevî hükümdarının nüfuzu Kurtuba dışına taşmaz oldu. Devlet hazinesi boşaldı. Dışarıda Hıristiyan İspanyol krallıkları (Austrias Krallığı, Navar Krallığı, Barselona Kontluğu) siyasî varlıklarını iyice pekiştirdiler. Ayrıca dahilî mücadeleler yüzünden Endülüs sınırlarının muhafazasız kalması üzerine, Endülüs’ün sınır şehirlerini taciz etmeye başladılar; keza bazı Müvelled isyancıları açıkça himaye etmek ve desteklemek suretiyle Endülüs’ün iç işlerine müdahale eder hale geldiler.

Emevî idaresi kuruluşundan yüz yıl sonra karşılaştığı ve yaklaşık altmış sene süren bu kriz dönemini, ancak III. Abdurrahman (912-961) gibi dahi bir hükümdarın uygulamaya koyduğu ve oğlu II. Hakem (961-976) tarafından da aynen devam ettirilen (Güçlü idare+Güçlü ordu+Kaynaşmış toplum) formülüyle aşabildi. Bu formül çerçevesinde, öncelikle merkezî idareye çeki düzen verildi. Bir başka ifadeyle merkezî idare güçlendirildi; merkezî idarenin yetkilerini en iyi şekilde kullanabilmesi için güçlü bir orduya ihtiyacı vardı ki, ikinci olarak da, asabiye faktöründen uzak, Araplardan daha çok Sakâlibe’ye dayanan yeni bir ordu vücuda getirildi. Pek tabiî, bu yeni düzenlemeyle Arapların ordudaki imtiyazlarına büyük bir darbe indirilmiş oluyordu. Bahis konusu formülün üçüncü şıkkını, yani “kaynaşmış toplum”u oluşturmak için ise yine asabiye kavramının ikinci plana itildiği bir “ümmet” politikası izlendi. İslamiyet birleştirici ana öğe olarak kullanıldı. Mezralarda, uzak kalelerde yaşayan halk daha büyük yerleşim alanlarında ve birlikte yaşamaya teşvik edildi. Bu tedbirlerin bir neticesi olarak toplumu oluşturan değişik etnik unsurlar özellikle Araplar ve Berberîler, etnik veya kabilevî çatışmalara dalmak bir tarafa, mensup oldukları kabilelerin isimlerini bile unutur ve kabilelerine değil, doğdukları şehirlere nispetle anılır oldular. Kısacası gidiş, bir “Endülüslüler toplumu”nun oluşması istikametindeydi ve oldukça da sağlıklıydı. Öte taraftan ülkenin iktisadî seviyesi ve siyasî gücü de doruktaydı. Bundan dolayıdır ki, Endülüs Emevî Devleti, Batının tartışmasız en güçlüsü haline gelmişti.

2. Sistemim Tıkanması
Devletin ulaştığı bu seviyenin korunabilmesi için, III. Abdurrahman ve oğlu II. Hakem tarafından canlandırılan güçlü devlet, güçlü hükümdar imajının zedelenmemesi gerekirdi. Bunun için bu hükümdarlardan sonra tahta oturacak hükümdarlar da en az onlar kadar dirayetli olmalıydılar. II. Hakem, 976 senesinde ölüp de yerine kimin geçeceği bahis konusu olunca, devlet erkanından bir kısmı aynen böyle düşündüler. Ancak şahsi çıkarlarını devlet çıkarlarının üzerinde tutanlar, ehil bir aday yerine II. Hakem’in hayatta kalan tek oğlu 12 yaşındaki Hişam’ı tahta oturtmakta bir beis görmediler. Devletin en üst ve en önemli mevkiinin bir çocuğa hasredilmesi, devletin tepesinde otorite boşluğuna sebep oldu. İşte bu boşlukla birlikte daha önce III. Abdurrahman’ın tatbikata koyduğu Güçlü iktidar + Güçlü ordu + Kaynaşmış toplum modeli çok ağır bir darbe yedi: zira, yeni halife II. Hişam’ın zayıf şahsiyeti, iktidarın fiilen yeni bir Arap ailenin yani Âmiriler’in eline geçmesine sebep oldu. Babadan oğula hâciplik (başvezirlik) makamını ele geçiren bu aile, öyle bir siyaset izledi ki, daha önce Emevi sülalesine bağlı olan idare ve ordu, bu sefer onlara bağlı hale getirildi. İdarede Âmirî ailesine rakip olabilecek herkes tasfiye edildi. Orduda Emevi sülalesine bağlı Sakalibe’nin yerine çok sayıda ücretli Berberi askerler yerleştirildi. Böylece tamamen Âmiriler’in güdümünde yeni bir idare ve yeni bir ordu oluşturuldu. Bu adımların tabii bir sonucu olarak Emeviler’in, baştaki göstermelik halifenin kendilerinden olması dışında devlet hayatında nüfuzları kalmadı. Bunun neticesi ise kaybettikleri nüfuzlarını geri alabilmek için Âmiriler’e karşı gizli bir muhalefet hareketi başlatmaları oldu. Öyle anlaşılıyor ki, Âmiriler’in Kuzey Afrika’dan getirdikleri yeni Berberi askerlerin kalabalıkları, taşkınlıkları ve kısa sürede büyük servete kavuşmuş olmaları gibi sebeplerle Kurtuba halkı da Âmirîler’den pek hoşnut değillerdi ve bunun için Emevi muhalefetine sempati besliyorlardı.

Âmiriler’in idareyi ve orduyu güdümlemelerine aldıktan sonra attıkları en cesur adım, 1008 senesinde “Halifelik” makamının da kendilerine ait olduğunu ilân etmeleri oldu. Daha önceki icraatlar neyse ama, bu son teşebbüs Endülüs’te ne halk ne de Emeviler tarafından kabul edilir veya sineye çekilebilir cinsten değildi. Zira bu, kelimenin tam anlamıyla bir “darbe”ydi. O günün dünyasında bu darbe, açıkça devletin adının değişmesi demekti. Ya da bir başka deyişle Endülüs’te Emevi hakimiyetin resmen sona ermesinden başka bir anlama gelmiyordu. İşte bu durumun farkına varan Emeviler ve Kurtuba halkı, 1008 senesinde Âmiriler’e karşı büyük bir isyan başlattılar. Bu isyanları Âmirîler’in iktidardan düşürülmesi için yeterli olduysa da, ülkede istikrarın sağlanması mümkün olmadı. Bilakis ülke, kaynaklarda Büyük Fitne (el-Fitnetu’l Kübrâ) diye tavsif edilen ve yaklaşık 20 sene süren bir darbeler dönemine girdi. Toplum Endülüslüler, Sakâlibe ve Yeni Berberciler olmak üzere üçe bölündü. Her üç grubun da gayesi Kurtuba’ya hakim olup hilafet tahtını ele geçirmekti; ancak hiçbir grup tam anlamıyla buna muvaffak olamadı. Hilafet merkezi olması yüzünden bir zamanlar Batının diplomasi merkezi haline gelen Kurtuba, bu darbeler döneminde yine hilafet merkezi olması yüzünden, bu sefer tarihinin en ağır talan, tahribat ve kıyımına maruz kaldı. Nitekim olayların muasırı meşhur alim İbn Hazm el-Endelusî, bu tahribat karşısındaki hissiyatını şöyle dile getirmektedir:

“Bütün izlerinin silinip yok olduğunu, bilinen yerlerin gizlendiğini ve zamanının orayı değiştirdiğini gördüm. Şimdi orası bayındır ve insanlarla dolu bir yerden boş ve kurak bir çöle dönüşmüştür. Kendilerinden etrafa nimetler yayılan ve keskin kılıçlara benzeyen insanlardan ve aslanlar gibi olan kahramanlardan sonra şimdi orası kurtların sığındığı cinlerin oyun sahası, hayaletlerin yuvası, vahşi hayvanların ve hırsızların gizlendiği bir yer olmuştur.”

Sözü edilen darbeler sonucu halk o kadar sinmişti ki, halifelik makamını ele geçirmek için mücadele veren taraflardan birinin ordusunda bulunan gayr-i Müslim askerlerden biri, şehrin en büyük meydanında Hz. Peygamber hakkında hakaret dolu sözler sarf ettiği halde, onun bu davranışını sineye çekmekten başka bir şey yapılamamıştır.

Kısacası, Endülüs Emevî halifeliği, 1008 senesinden itibaren kelimenin tam anlamıyla tıkanmıştır. Sistem bu tıkanıklığı aşacak bir çözüm üretememiştir. Bağlayıcı olması gereken hilafet makamı, bu özelliğini yitirerek fitne sebebi olmuştur. Bu durumu yakinen müşahede ettikleri içindir ki, Kurtuba eşrafı, 1031 senesinde hilafet makamının ilgasına ve bu makamı uhdesinde taşıyan Emevî sülalesinin Kurtuba’dan sürülmesine karar vermiştir. Endülüs Emevî hilafetinin yıkılması demek, 275 senedir tek bir devletin çatısı altında yaşamış olan Endülüs’ün artık devletsiz kalması demekti. Bu gelişme 1008 senesinden beri devletin tıkanması sebebiyle, merkezî otoritenin kontrolünden uzak kalan mahallî aristokrasiler için bağımsızlık yolunu açtı. Hemen her şehir, hatta çok küçük kaleler bile, dört gözle bu anı beklermiş gibi, bağımsızlıklarını ilan ettiler. Bu devletçiklerin sayıları hakkında farklı rakamlar söylenmekle beraber, yirmiden az değillerdi.
Özetlenecek olursa, Amirîler’in Emevîler’i alternatif bir hanedan olarak öne çıkarmalarıyla ve bu durumun devletin tepesinde kavgaya dönüşmesiyle başlayan sistemin tıkanıklığı, neticede hem devletin yıkılmasını hem de bölünmesini sağlamıştır.

3- İdeal ve Ufuk Daralması
Az önce de kısmen ifade edildiği gibi, 1031 senesine kadar Endülüs Müslümanlarının tek devletleri vardı. Her Endülüslü “benim devletim” dediği zaman, sadece ve sadece bu devleti kastediyordu. Keza, bu devlet, sıradan bir devlet değil, Müslümanların birliğinin sembolü olan bir halifelikti. “Devletin sınırları” sorulduğunda, Hıristiyan hakimiyetinin dışındaki bütün İspanya toprakları gösteriliyordu. “Dış düşman” denilince ilk önce akla gelen, kuzeydeki Hıristiyan İspanyol krallıklarıydı. 1031senesine kadar Endülüs Müslümanlarının veya daha dar anlamda Endülüslü idarecilerin ideali, Endülüs’ün birliğini muhafaza etmekti, ufukları da bu ideale göre daha gelişti, zira onlar başlarını kaldırıp Kurtuba’dan baktıklarında, ufuklarına Hıristiyan İspanya, Kuzey Afrika hatta Mekke-Medine giriyordu.

Emevî halifeliğinin yıkılması, Endülüs’te çok şeyi temelinden değiştirmiş veya eskisinden daha farklı hale getirmiştir. Bu bağlamda, öncelikle “tek devlet” fikri yok olmuştur. Zira her şehir bağımsız bir şehir devleti olmuştur. Endülüs’ün birliği ve bu birliğin muhafazası gibi bir hedef kalmamış, kimse de böyle bir hedefi gerçekleştirmek peşine düşmemiştir. Her ne kadar ulemadan bazı meşhur simalar -mesela fakih Ebu’l-Velid el-Bacî, İbn Hazm el-Endülüsî gibi- Endülüs’ün yeniden birliğe dönmesi için çaba sarf ettilerse de bu teşebbüsler kimse tarafından ciddiye alınmamıştır.

Yeni kurulan küçük emirliklerin (Mulûku’t-Tavâif) temel hedefleri, her şeyden önce kendi sınırlarını muhafaza etmek olmuştur. Bu hedef istikametinde “dış düşman” faktörü de değişmiş ve birbirine sınırdaş olan emirlikler, aynı zamanda birbirlerinin düşmanı olmuşlardır. Mesela, Zinnûniler ile Hûdiler, Zinnûnilerle Cevheriler, Cevheriler ile Abbadîler, Abbadîler ile Eftasiler, Ziriler ile Abbadîler ve Eftasiler ile Zinnûniler arasında yaşanan savaşlar bu anlayışın tabiî bir sonucuydu. Onlar güçleri kafi geldiğinde dış yardım aramaksızın mücadele etmişler, ancak dış yardım gerektiğinde Hıristiyan krallıklara müracaat etmekte tereddüt göstermemişlerdir. Mesela Tuleytula’ya hükmeden Zinnûniler, Sarakusta’ya hükmeden Hudîler karşısında üstünlük sağlamak maksadıyla Navar krallığından yardım istemiş, yardıma gelen askerler, hasat mevsiminde Hudîlerin arazilerini (tarla, çiftlik, bahçe) iki ay süreyle talan ederek geri dönmüşlerdir. Bir sene sonra, bu sefer Hudîler, Hıristiyan krallıkların desteğini sağlayarak Zinnûniler’in topraklarını yağma ve talan etmişlerdir.
Bütün bu gelişmeler Endülüs Müslümanlarında ideal birliğinin kaybolmasına ve neticede ufuk daralmasına sebep olmuştur. Zira her şehir devleti sultanının mesafesi, ancak kendi hududuyla sınırlı kalmıştır. Dolayısıyla daha uzağı görememişler, göremedikleri için de asıl düşman olan Hıristiyan İspanya’yı gözden kaçırmışlar ve bu suretle aslî düşmanlarına Endülüs’te İslam’ın ve Müslümanların kökünü kazımayı hedefleyen “Reconquista”yı yeniden başlatma imkanını sunmuşlardır.

4- Reconquista
750 senesinde İspanya’nın kuzeybatısında Astruias Krallığı’nın kuruluşundan itibaren, Müslümanların Endülüs’ten kovulmaları, Hıristiyan İspanya’nın bir “megalo idea”sı olmuştur. 756 senesinde Emevî devletinin kuruluşu, bu idealin önüne çok ciddi bir engel olarak dikilmiş ise de bu devletin 1031 senesinde yıkılması Hıristiyan İspanya’da özellikle de Asturias Krallığı’nın genişlemiş şekli olan Kastilya Krallığı’nda Müslümanların Endülüs’ten kovulmaları veya kendi ifadeleriyle “Reconquista” fikrini yeniden şuur altından şuur üstüne çıkarmıştır. Nitekim Reconquista fikrine canlılık kazandıran Endülüs’teki değişimi göstermesi bakımından budönemde yani Mulûku’t-Tavâif döneminde Kurtuba’ya gelen Hıristiyan bir komutanın Müslümanları kastederek söylediği şu sözler, dikkat çekicidir:

“Biz cesaretin, dindarlığın ve hakkın hep Kurtuba halkı (aslında Endülüslüleri kastediyor) ile birlikte olduğunu zannederdik. Oysa ne görelim, ne dinleri ne cesaretleri ne de akıllı önderleri var. Onların kaydettikleri gelişme ve zaferler aslında geçmiş hükümdarları sayesindeymiş. Ne zaman ki bu hükümdarlar gittiler, Endülüslülerin gerçek yüzü ortaya çıktı.”

Endülüslü ünlü tarihçi İbn Hayyam’ın Hıristiyan tecavüzlerine karşı sınırları korumakla mükellef bulunan Müslüman askerler hakkında yaptığı şu tenkitler, Hıristiyan komutanın yukarıdaki sözlerinde hiç de mübalağa etmediğini göstermektedir:

“Allah hudutlarda bulunan Müslüman askerlere düşman korkusunu öyle musallat etti ki, bunlardan birisi herhangi bir yerde Hıristiyan ile karşılaşsa Allah’tan utanmadan sırtını döner ve kaçardı. Allah’ın düşmanları Müslümanların bu davranışlarını çok sık gördükleri için alıştılar.”

Endülüs Müslümanlarının içine düştükleri bu acziyeti iyi kavradığı içindir ki, Kastilya kralı VI. Alfonso, kendisine gelen bir Endülüs heyetine Reconquista fikrini açıkça dile getirmekten çekinmemiş ve aynen şunları söylemiştir:

“Biz sizden bir zamanlar bizim olduğu halde elimizden aldığınız toprakları istiyoruz.orada oturacağınız kadara oturdunuz… Artık geldiğiniz yere (K. Afrika) dönün ve yurdumuzu bize bırakın. Bugünden sonra sizin bizimle birlikte kalmanızın bir faydası yok.”

Reconquista fikrinin birbirini tamamlayan iki yönü bulunuyordu. Birisi siyasî-askerî yön ki, bununla Endülüs’te veya kendi deyişleriyle İspanya’da İslam hakimiyetine son verilecekti. Diğeri ise dinî yöndür ki, bunla da İslam’ın cemaat potansiyelinin eritilmesi ya da tasfiye edilmesi hedefleniyordu. Mamafih, gerek Endülüs Müslümanlarının gerekse İslam aleminin aşırı tepkisine maruz kalmamak için bu fikrin tatbikinde tedriliciğe dayalı bir strateji izlendi. Bu strateji çerçevesinde önce Endülüs’te yeni kurulan taife sultanlıklarının kendi aralarındaki savaşlar olabildiğince tahrik edildi. Bundan maksat, hem bu sultanların azami ölçüde can ve mal kaybına uğratılmalarını hem de Hıristiyan İspanya’nın yardımını talep eder hale gelmelerini sağlamaktı. Nitekim Zinnûniler ile Hudîler, Eftasiler ile Zinnûniler ve Abbadîler ile Zirîler arasında yaşanan savaşlar, üzerinde durulan konunun açık şahitleridir. Stratejinin bundan sonraki adımı ise, sözü edilen Müslüman sultanlıkları haraca bağlamak oldu. Müslüman sultanlıkların ödedikleri bu haraç vergileri Hıristiyan İspanya için çok önemli bir gelir kaynağıydı; Müslümanların kendileri açısından ise, ekonomilerini çökertecek ve dahilî istikrarı sarsacak kadar ağırdı. Zira zikredilen sultanlıklar, bu vergileri karşılamak için ya birbirlerine saldırıyorlar ya da halkın vergi yükünü arttırıyorlardı. Bu durum ise, halkı, başlarındaki “zalim sultan”ın tasallutundan kurtuluş için isyana sevk ediyordu.

Stratejinin üçüncü adımını, kendiliğinden teslim olmaya hazır hale gelmiş şehirlerin kuşatılıp istila edilmesi teşkil ediyordu. Bu son adımın tatbiki için, ilk hedef Endülüs’ün ikinci büyük şehri ve stratejik önemi son derece fazla olan Tuleytula şehri olmuş ve bu şehir maalesef o günkü Zinnûnî sultanı el-Kadir’in de desteğiyle 1085 senesinde bir daha dönmemek üzere Hıristiyan hakimiyetine geçmiştir.

Tuleytula’nın kaybedilişiyledir ki, Endülüslü küçük sultanlıklar Hıristiyan İspanya’nın gerçek niyetini hisseder oldular. Zira Tuleytula’nın kaybı demek, Endüüs’te dengenin Hıristiyan İspanya lehine bozulmuş olması demekti. Bunu hissettikleri ve Hıristiyan İspanya karşısında direnemeyecek kadar yıprandıkları için de, kendi güvenliklerini önce Murâbıtlar’a sonra da Muvahhidlere havale ettiler.
Murâbıtlar ve Muvahhidler her ne kadar, bir asrı aşkın bir süre Tuleytula dışındaki Endülüs topraklarını muhafazaya muvaffak oldularsa da, Endülüs’ün bölünmüşlüğüne bir çare bulamadılar. Nitekim 1227 senesinde Muvahhidlerin kontrollerini kaybetmeleri üzerine, Endülüs yeniden eski parçalanmış haliyle gün ışığına çıktı. Bu esnada kuzey Afrika da bir bölünme süreci yaşıyordu. Dolayısıyla Endülüslülerin “Bizi himaye edin” diyebilecekleri ciddi bir Müslüman siyasî güç yani devlet yoktu. İşte bu durum papalığın verdiği destekle meşhur Haçlı Savaşlarının bir parçası haline gelen Reconquistayı yeniden harekete geçirdi. Reconquista bu sefer o kadar hızlıydı ki, 1236’dan 1250 senesine kadar 14 senelik bir sürede Kurtuba, İşbiliye, Ceyyan, Belensiye, Denia, Şâtıbe, el-Garb (Algarbe), Santarem şehirleri ve Balear Adaları Hıristiyan hakimiyetine girdi. Bu şehirlerden bazılarının işgaline, sırf ellerindeki toprakları muhafaza edebilmek maksadıyla bazı Müslüman liderlerin de askerleriyle birlikte katkı sağladıklarını belirtmeden geçmemeliyiz.

Bu işgallerden sonra Müslümanların ellerinde sadece Gırnata ve civarındaki birkaç şehir kalmıştı. Bir başka ifadeyle bir zamanlar Batının tartışmasız en büyüğü olan Endülüs, şimdi Gırnata’ya hapsolunmuştur. Hıristiyan İspanya Gırnata’yı da işgale hazırlandığı bir sırada, kendi içinde beliren karışıklıklar nedeniyle bu işgali tehir etmek zorunda kaldı, ta ki 1462 senesine kadar. Bu senede dahili problemlerini halletmiş olan Hıristiyan İspanya Reconquistayı tamamlamak üzere yeniden harekete geçti. Bu esnada top gibi ateşli silahları da kullanan Hıristiyan orduları, son olarak 1492’de Gırnata’yı istila ederek İspanya’da İslam’ın siyasî varlığına son vermiştir.
Kısaca ifade etmek gerekirse, 1031 senesinde yıkılan Endülüs Emevî halifeliğinden sonra Endülüs ile Hıristiyan İspanya arasında yaşanan mücadele, idealist bir toplumla idealini yitirmiş bir toplumun mücadelesinden ibarettir. Kazanan idealist taraftı ki, bu da Hıristiyan İspanya idi.

B- Kayıp Sonrası Müslümanlar
1492 senesinde Gırnata’nın işgaliyle İspanya’da siyasî bakımdan İslam sona erdiyse de bu ülkede kendilerine yapılan taahhütlere güvenerek yığınla Müslüman kalmıştır. Söz konusu taahhütlere bakılacak olursa Müslümanlar, canlarını, mallarını, dinlerini, dillerini, örf ve adetlerini muhafaza hakkına sahiptiler.

Müslümanlar arasında bu taahhütlerin birer aldatmacadan ibaret olduğunu fark edenler yok değildi. Nitekim Gırnata’nın teslimi için hazırlanan anlaşma metninin meşhur el-Hamra sarayında imzalanması esnasında, devlet ricali arasında ağlaşmaların başlaması üzerine ünlü komutan Musa b. Ebi’l-Gassân’ın şu sözleri oldukça dikkat çekicidir.

“Ağlamayı çocuklara ve kadınlara bırakınız. Biz erkeğiz: kalplerimiz gözyaşı değil kan akıtmak için yaratıldı. Görüyorum ki Gırnata’nın kurtuluşuna dair kimsede umut kalmadı. Fakat onurlu nefisler için hala bir kurtuluş yolu daha vardır ki, o da şerefli bir ölümdür. Geliniz hürriyetlerimizi savunarak ölelim. Bu suretle bizi işgalcinin zincirleri saracağına, toprak anamız bağrına bassın. Cesetlerimizi koyacak kabir bulunamazsa, gök kubbe de yok olmadı ya, o örter…”

“Kendinizi aldatmayın. Hıristiyanların vaatlerine sadık kalacaklarını da beklemeyin. Ölüm daha az korkutulacak bir iştir. Önümüzdeki günlerde evlerimizin yağmalanması, mescitlerimizin kirletilmesi, kadın ve kızlarımızın tecavüze uğraması, vahşet, zorbalık, kırbaçlar, zincirler, zindanlar, diri diri yakılacağınız ateş çukurları sizleri bekliyor. Ölümden korkan zayıf nefisler bunları görecektir. Ben ise, Allah’a yemin ederim ki bunları görmeyeceğim…”

Musa’nın bu sözleri elbette ki bir kehanet değil, fakat düşmanını yakından tanıyan basiret sahibi birinin olabilecekleri iyi tahmin etmesiydi. Maalesef, 1492 senesinden sonra olanlar onu haklı çıkardı. Bu seneye kadar Müslümanlara, bilhassa dinleri konusunda, hiçbir müdahalede bulunmayacaklarını taahhüt eden Hıristiyan idareciler, bu seneden sonra çok kesif bir Hıristiyanlaştırma hareketi başlattılar. Böylece askeri fetih tamamlanmış, sıra kilisenin istekleri istikametinde Müslümanların dini bakımdan imhalarına gelmişti. İspanyol tarihçi Marmol Carvajal’ın konuyla ilgili şu tespiti dikkate şayandır:

“Gırnata işgal edilir edilmez kilise çevreleri, Kral Ferdinand’tan ısrarla Muhammed’in taifesinin kökünün kazınması için çalışmasını, onlardan İspanya’da kalmak isteyenleri ya Hıristiyanlığa girmeye ya da İspanya’yı terke zorlamasını istediler. Böyle davranmasının anlaşmayı ihlâl etmek anlamına gelmeyeceğini, ülkenin selameti, Hıristiyanlığın safiyeti için bunun gerekli olduğunu söylediler. Onlara göre, Hıristiyanlarla Müslümanların bir arada yaşamaları kesinlikle mümkün değildi.”

Marmol Carvajal’ın bu tespiti, Hıristiyanların asli temsilcileri olmaları itibariyle din adamlarının başka dinlerden insanlar hakkında taşıdıkları temel kanaati ortaya koyması bakımından son derece önemlidir. Bu kanaat esas itibariyle Hıristiyanlık, daha dar anlamda Katolik Hıristiyanlık dışında mevcut inançların hiç birine hayat hakkı tanımamak şeklinde özetlenebilir. Bu kanaate sahip oldukları içindir ki, İspanyol kilisesi 1492’de Endülüs’te İslâm hakimiyeti sona erer ermez kendi dini safiyetlerini bozduklarını düşündükleri Endülüs Müslümanlarına karşı acımasız bir imha hareketi başlamıştır. Bu hareketin baş mimarlarından olan kardinal Ximenez’i 1497 senesinde Gırnata’ya giderek önce, mal ve para dağıtmak suretiyle Müslümanları Hıristiyanlığa cezbetmek istemiştir. Ancak, Gırnata Müslümanlarının bu teşebbüs karşısındaki tepkileri son derece sert oldu. 1499 ve 1500 senelerinde Gırnata’nın muhtelif bölgelerinde ayaklandılar. Ne var ki, koca bir İspanyol ordusu karşısında bir şehrin ayaklanması ne kadar başarılı olabilirdi. Nitekim 1500 senesi sonunda bu ayaklanma kanlı bir biçimde bastırıldı. Teslim olmayı kabul eden Müslümanlara hayatlarının bağışlanması için tek bir tercih hakkı tanındı: Hıristiyanlığa girmek. Bu durumda istemeye istemeye de olsa Gırnatalı Müslümanların büyük bir bölümü şeklen Hıristiyanlığa girdi. Öte taraftan Gırnata’da Müslümanların ellerindeki çok değerli Arapça yazmalar toplanarak şehrin en büyük meydanında yakıldılar. Bu arada çok sayıda Müslüman kadın ve genç kız ya tecavüze uğradılar veya esir pazarlarında satılığa çıkarıldılar. Gırnatalı bir çiftçi, şahit olduğu olayları anlatırken şöyle demektedir:

“…Hiçbir halk Gırnata Müslümanları kadar acı gözyaşları dökmemiştir. Ben gördüklerimi anlatıyorum,sözümde mübalağa yok. Daha dün üç yüz Müslüman kadın ve kızın esir pazarında satılığa çıkarıldığını gördüm. Kadınlarımız tecavüze uğradılar. Bizzat ben üç oğlumu ve iki kızımı kaybettim; elimde sadece altı aylık şu ufacık kızcağızım kaldı. Ben mazi için ağlamıyorum; zira mazi geçti, artık geri de dönmeyecek; fakat, bundan sonra göreceklerimiz için ağlıyorum. Bu gördüklerimize tahammül edemiyorsak, bundan sonra göreceklerimize nasıl tahammül edeceğiz. Bize taahhütlerde bulunan kral (Ferdinand)ın bizzat kendisi bu taahhütlerini bozuyorsa, onun yerine oturacaklardan ne bekleyebiliriz?”

Gırnatalı bu çiftçi, geleceğe dair endişelerinde hiç de haksız değil, zira, bundan sonraki günler Endülüs Müslümanları için daha büyük sıkıntılara gebeydi. Her halükarda beklenen, daha çok gözyaşının akması, daha fazla zulüm ve daha fazla işkenceden başka bir şey değildi. Nitekim 1524 senesinde çıkarılan bir fermanla, İspanya’da kalıpta henüz Hıristiyanlığa girmemiş olan Müslümanlardan ya Hıristiyan olmaları yada ülkeyi terk etmeleri istendi. Ayrıca, bu iki şıktan birine uymayanların köleleştirilecekleri, henüz dokunulmamış olan mescitlerin tamamının kiliseye çevrilecekleri,; Arapça’nın, Arap isimleri kullanmanın, İslamî kıyafetleri giymenin yasaklanması kararlaştırılmış bulunuyordu.

Hıristiyan İspanya’nın bu yasakların uygulanmasını sağlamak üzere ihdas ettiğien önemli mekanizma, engizisyon mahkemeleriydi. Aslında bu kuruluşlara “mahkeme” yerine kilisenin dünyada kurduğu cehennemin “azap hücreleri” demek daha doğrudur. Katolik Hıristiyanlığın safiyetini korumak maksadıyla ihdas edilen bu azap hücreleri, güya Allah adına sebep olduğu zulümler yüzünden Hıristiyanlık ve Ortaçağ Avrupa tarihinin bir yüz karası olarak tarih sayfalarındaki yerini almış bulunmaktadır.

Endülüs Müslümanlarının Osmanlı Padişahı II. Bayezid’a gönderdikleri bir kaside vardır ki, bu kaside kilisenin engizisyon mahkemelerini alet olarak kullanmak suretiyle gerçekleştirdiği zulümlerin adeta kelimelerle işlenmiş bir fotoğrafı gibidir. 105 beyitlik bu kasidenin tamamını burada vermek mümkün olmamakla beraber, birkaç beytini vermeden de geçmek istemiyoruz:

Büyük bir felakete uğramış esirlerden size selam,
Ne büyük felakettir o,

Şerefli bir hayattan sonra kır saçları yolunarak koparılan yaşlılardan size selam,
Daha önce kapalıyken kafirler önünde açılan yüzlerden size selam,

Papazın zorla yatağa götürdüğü şerefli genç kızlardan size selam,
Kendilerine zorla domuz ve haram kokuşmuş etler yedirilen yaşlılardan size selam.

(Kral) gözümüzü boyadı anlaşmalara uymadı, bizi,
baskı ve güç kullanarak istemeye istemeye Hıristiyanlaştırdı

Hiçbir Müslümana ne bir kitap ne de bir Kur’an bıraktılar,
Oruç tuttuğu, namaz kıldığı bilinen herkes ateşe atılıyor.

Bizden kiliselerine gitmeyen kişileri papaz feci bir şekilde cezalandırıyor,
Peygamberimize küfretmeyi, iyi ve kötü günlerimizde

onu anlamamamızı bize emrettiler
…….
Cahil, kaba, Arap olmayan insanların adlarıyla
adlarımız değiştirildiğinde ne kadar yazık oluyor,

Temiz ve paklıktan sonra, kafirlerin çöplükleri olmaları
için, duvarlarla çevrilen mescitlere ne kadar yazık,

Ezan yerine, çanlar asılan minarelere yazık,
……..
Köleleştik, ne fidye ile geri alınabilecek esirler,
ne de şehadet getiren Müslümanlarız.
…………………………

Bütün bu baskılar, Müslümanların sadece şeklen Hıristiyanlaşmalarına yetebildi. Gerçekte ise, onlar İslâm’a olan bağlılıklarını gizlice de olsa devam ettiriyorlardı. Nitekim Hıristiyanlaştırma faaliyetlerinin başlamasının üzerinden bir asırlık bir süre geçtikten sonra 1601 senesinde Piskopos Ribera’nın hazırlayıp kraliyet katına sunduğu şu rapor da açıkça bunu göstermektedir:

“…Hıristiyanlık, İspanya Krallığı’nın temel direğidir. Fakat, Moriskolar (Müslümanlar), bu dine gerektiği gibi sarılmıyorlar; dini vecibelerini gerektiği gibi yerine getirmiyorlar, domuz eti yemiyor, şarap içmiyorlar. Gerçek Hıristiyanlar gibi davranmıyorlar. Bütün bunlar, onların zayıf imanlı olmalarından değil, bilakis ataları gibi Müslüman kalmaya azimlerinden, dolayısıyla de Hıristiyanlığa hiç inanmamış olmalarından kaynaklanıyor. Engizisyon müfettişleri gayet iyi biliyorlar ki, onlar iki veya üç sana hapiste kaldıkları ve bu esnada kendilerine Hıristiyanlık esasları öğretildiği halde, hapisten çıkarken öğrendiklerinden bir kelime bile hatırlamıyorlar. Kısaca onlar Hıristiyanlığı bilmiyorlar, çünkü bilmek istemiyorlar.”

Endülüs Müslümanları, kilisenin istediği şekil ve ölçüde Hıristiyanlaşmadıkları dolayısıyla da Hıristiyanlaştırma siyaseti başarısızlıkla sonuçlandığı içindir ki, İspanyol Krallığı meselenin hali için başka çözüm yolları aramaya başladı. Yeni teklifler ileri sürüldü. Bir teklife göre, Müslümanlar belli merkezlerde toplanarak, topluca öldürülmeliydiler. Bir başka teklife göre, gemilere doldurulup denize atılmalıydılar. Bir diğer teklife göre ise, topluca sürgün edilmeliydiler. Neticede sonuncu teklif daha fazla kabule şayan bulundu ve 1609 senesinde çıkarılan bir kanunla Endülüs Müslümanlarının İspanya’dan sürgün edilmeleri kararlaştırıldı. 1609-1614 seneleri arasında gerçekleşen bu sürgünle en az yarım milyon Müslüman, sırf başka bir inancın mensubu oldukları için, kendi öz yurtlarında yaşama haklarından mahrum bırakıldılar. Böylece, Müslümanların dokuz asırlık Endülüs serüveni de noktalanmış oldu.

Prof.Dr. Mehmet Özdemir (Bu yazı, Endülüs’ten İspanya’ya, TDV, İstanbul 1996 adlı kitaptan alınmıştır.)