Archive for the ‘filistin’ Category

Değerli ziyaretçilerimiz, Filistin ve Ortadoğu’da genel olarak yaşanılan hadiseleri çizgilerle ifade edebilmek elbette zor olsa gerek. El Cezire televizyonunun hazırlamış olduğu çizimleri sizlerle paylaşırken yorumu takdirlerinize bırakıyoruz.

Devamı »

Bazi devletlerin kirli çamasirlari vardir. Ortaya çikmasini istemedikleri, bilinmesinden rahatsizlik duyduklari ve bu nedenle resmi tarihlerinden çikardiklari tarihsel gerçeklerdir bunlar. Örnegin Vietnam Savasi sirasinda ABD birliklerinin o ülkedeki sivil halka karsi uyguladiklari iskence ve katliamlar—ki bunlarin sonucunda 1.5 milyon Vietnamli yasamini yitirmistir—Amerikalilar tarafindan mümkün oldugunca unutturulmak istenir. Bu gerçek savas sirasinda ört-bas edilmeye çalisilmistir, savas sonrasinda ise Vietnamla ilgili olarak çevrilen Hollywood filmleri ile ayni yol denenmistir. Bu “Rambo” filmlerinde hep Amerikan askerlerinin Vietnam’da yasadiklari zorluklar anlatilir, Amerikali birliklerinin diri diri yaktiklari köylüler degil.

Yine de Vietnam savasinin içyüzü pek çok insan tarafindan bilinmektedir. Çünkü savas dünyanin gözleri önünde yasanmis bir olaydir ve bu nedenle tam anlamiyla ört-bas edilmesi mümkün olmamistir.

Ancak baska bazi devletler, kirli çamasirlarini çok daha basarili bir biçimde gizleyebilmislerdir. Bu devletlerin belki de en basarilisi ise, Israil’dir. Siyonizm’in 1930’lu ve 40’li yillardaki tarihi sözkonusu kirli çamasirlarla dolu iken, Yahudi Devleti bu gerçekleri yalnizca gizlemekle kalmamis, dahasi kendi lehinde bir propaganda aracina dönüstürmüstür.
Öncelikle Israil’in nasil bir imaja sahip olduguna bakalim.

–Israil’in Iki Yüzü —

Israil, onyillardir tüm bir ulusu isgal altinda yasamaya zorlayan dünyadaki yegane devlettir. 1948’de Filistin topraklarinin önemli bir bölümünü isgal etmis ve Filistinlilerin bir kismini kendi yönetimi altinda yasamaya zorlamis, bir kismini sürmüs, hatta bir kismini da “imha” etmistir. 1967’de tüm Filistin topraklari Israil isgali altina girmistir. Ayrica Israil; Misir, Suriye, Lübnan ve Ürdün topraklarini isgal etmis, yillarca bu topraklardan çekilmemistir. Israil’in isgal ettigi bölgelerdeki halka karsi uyguladigi devlet terörü ise oldukça ünlüdür. Israil ayrica dünyanin baska bölgelerindeki acilarda da pay sahibidir: Dünyanin dördüncü büyük askeri gücüne sahip olan Yahudi Devleti, Üçüncü Dünya’daki baskici diktatörlere, fasist rejimlere destek olmus, onlara silah satmis, onlarin ordu ve gizli polislerini egitmistir. Pinochet, Idi Amin, Bokassa, Mobutu, Marcos, Noriega gibi eli kanli diktatörlerin tümü, Israil’in yakin birer müttefiki olmuslardir.

Kisacasi, Israil, oldukça “kirli” bir devlettir. Birlesmis Milletler’de aleyhine en çok karar çikartilan, ama bu kararlarin hemen hiç birini tanimayan Yahudi Devleti, dünyanin dört bir yanindaki pek çok insanin gözünde saldirgan, zorba ve küstah bir çete devletidir.

Ancak Israil’in bir baska yüzü daha vardir. Daha dogrusu Israil çogu zaman bir baska yüzle insanlarin karsisina çikar. Bu yüz, Israil’in bir “çete devleti” degil, aksine bir “mazlumlar ve magdurlar yuvasi” oldugu imajini verir. Bati’daki pek çok insan da Israil’i bu yüzüyle tanir. Bu görüse göre, Israil, dünyanin dört bir yaninda irkçilarin hedefi olan yahudilerin yegane siginagidir. Bu düsünce, temelde “yahudi soykirimi”na dayanir: Buna göre Israil, Naziler’in Yahudi irkina yönelik korkunç iskence ve katliamindan kurtulan yahudiler tarafindan kurulmus bir siginaktir. Naziler 6 milyon yahudiyi acimasizca öldürmüslerdir. Bu bir daha asla yasanmamalidir. “Bir daha asla” seklinde sloganlasan bu mantik, Israilliler tarafindan son derece ustalikla kullanilmakta ve üstte sözünü ettigimiz tüm “kirli” isler, bu yolla hasir alti edilmektedir.

Bu yolla Israil’in isgalleri ve devlet terörü mesrulastirilir: “Israil, güvenligini saglamak zorunda, yeni bir soykirim mi yasansin?” mantigi kullanilir. Israil Devleti sürekli olarak soykirim konusunu gündemde tutmakta ve bunu varliginin bir numarali mesruiyet kaynagi olarak göstermektedir. Israil’i ziyaret eden her yabanci devlet adami, ilk olarak mutlaka Yad Vashem adli “Soykirim Müzesi”ne götürülür.

–Tarihin Perde Arkasi —

Israil’in sözünü ettigimiz iki farkli imaji, takdir edilir ki, birbiriyle uyusmasi oldukça zor olan imajlardir. Bir yanda açikça saldirgan, irkçi, isgalci ve baskici bir devlet, öteki yanda “mazlumlarin siginagi” seklinde bir görüntü vardir.

Iste “Soykirim Yalani” adli kitabi ortaya çikaran arastirmayi yapmamiza neden olan sey de, bu iki zit görüntüdür. Bu iki zit görüntünün ardinda farkli bir gerçek olabilecegini düsündügümüz için bu kitaba konu olan tarihsel bilgileri arastirdik. Ve sonuçta ortaya pek az kimsenin farkinda oldugu bir gerçek çikti.

Bu gerçek, özetle sudur: Israil devleti, ikili bir karaktere sahip degildir. Yani bir yandan baskici ve saldirgan, bir yandan da “mazlumlarin siginagi” degildir. Aksine, baskici ve saldirgan karakter, Israil devletinin, bu devleti kuran ve yasatan siyasi kültürün yegane özelligidir. Israil’in “mazlumlarin siginagi” olarak bilinmesine neden olan sey de, aslinda bu siyasi kültürün kendi halkina reva gördügü bir takim zulümlerden ibarettir.

Bu genel yorumu yapmamiza neden olan somut gerçek ise, öncelikle Nazizim ve Siyonizm arasindaki bilinmeyen tarihsel iliskidir. Soykirim Yalani adli kitabimizda bu konuyu ayrintilariyla gözler önüne serdik. Filistin’de bir Yahudi Devleti kurmak için yeterli sayida Yahudiyi Avrupa’dan göç etmeye bir türlü ikna edemeyen Siyonistlerin, II. Dünya Savasi öncesi dönemde Naziler’i—ve diger pek çok fasist hareketi—destekleyerek zoraki bir göç sagladiklarini ortaya koyduk. Almanya’yi Yahudiler’den arindirarak etnik yönden “saf” hale getirmek isteyen Nazilerle, bu ülkedeki sözkonusu Yahudiler’i Filistin’e götürmek isteyen Siyonistlerin nasil dogal müttefik olduklarini inceledik. Naziler’in Alman Yahudilerine yaptiklari baski ve zulümlerin, Siyonist liderler tarafindan neden sevinçle karsilandigini ve iki tarafin ne gibi isbirlikleri gelistirdiklerini ortaya çikardik.

Bu tablo açikça göstermektedir ki, Israil, antisemitizm (Yahudi düsmanligi) tehlikesinden kaçan Yahudiler için bir siginak degildir, aksine bu Yahudileri tehdit eden antisemitik hareketler, Siyonizm tarafindan en basindan beri desteklenmistir.

Bu gerçegin bilinmesinde ise büyük yarar vardir, çünkü bu gerçek, Israil devletinin kendi mesruiyetinin dayanagi olarak gösterdigi en büyük gerekçeyi çürütmektedir. Nitekim bugün Israil’in politikalarina, hatta varligina karsi çikan “anti-Siyonist” Yahudiler de bu tarihsel gerçege isaret etmekte ve Siyonizm’in Yahudiler için bir kurtulus degil, aksine en büyük tehlike oldugunu savunmaktadirlar.

“Soykirim Yalani” kitabinin verdigi en önemli mesaj, bizce budur. Israil, hem isgal ettigi Arap topraklarinin gerçek sahiplerine, hem de bu topraklara zor yoluyla getirdigi Yahudiler’e baski ve zulüm uygulamis bir devlettir. Israil’in resmi ideolojisi olan Siyonizm, bu nedenle asla ve asla gerçek anlamda baris yanlisi olamaz. Baris ve huzura dayali bir siyasi kültür, her irkçi ve fasist hareket gibi Siyonizm’in de yok olmasina neden olacaktir çünkü.

Israil’in bir “baris ve demokrasi” ülkesi olarak tanitildigi Türkiye’de, bu gerçeklerin bilinmesi gerekmektedir. “Soykirim Yalani”, iste bu yönde atilmis önemli bir adimdir.

–Soykirim Efsanesi Nasil Dogdu?–

Nazi Almanyasi’ndaki Yahudilerin baski ve iskence politikasina maruz kaldiklari konusu, Nazilerin iktidara geldikleri 1933 yilindan itibaren Bati’daki yayin organlarinda islenmeye baslamisti. Medyayi bu konuda besleyen en önemli kaynak ise birer sivil toplum örgütü niteligindeki Yahudi kuruluslariydi. Nazilerin Yahudilere karsi toplama kamplarinda sistemli bir “soykirim” yürüttügü yönündeki iddialar ise, 1942 yilinda yogunluk kazandi. Bu iddialari dile getirenler Dünya Siyonist Örgütü ve onun Batili ülkelerin hemen hepsinde kurulmus olan kollariydi. Örnegin Yahudilerin Nazi toplama kamplarinda “sabun” haline getirildiklerine dair saiyalar, ilk kez Amerika’daki Siyonist hareketin lideri ve Amerikan Yahudi Kongresi’nin (AJC) baskani olan Stephen Wise tarafindan duyuruldu. Wise, 1942 yilinda resmi bir açiklama yaparak, “yahudi cesetlerinin Almanlar tarafindan sabun, yag ve gübreye dönüstürüldügünü” iddia etti. Gaz odalari iddialari da yine ayni dönemde resmi siyonist kuruluslarin temsilcileri tarafindan duyuruldu.

Bu iddialarin genel medya tarafindan desteklenmesinin ise iki nedeni vardi: Birinci neden, Yahudi sermayeli yayin organlarinin bu konuya gösterdikleri özel ilgiydi. Ikinci ve daha önemli olan neden ise, bu haberlerin Batili ülkelerin savas halinde olduklari Nazi Almanyasi’na karsi kullanabilecek iyi bir karsi-propaganda malzemesi olusuydu. ABD yönetimi bu propagandayi çok gerekli buluyordu; çünkü “kendi çocuklarimizi neden Avrupa’da savasmaya gönderdik” diye düsünen genis halk kitlelerini savasin gerekliligine ikna etmek için, “gaz odalarinda öldürülüp sabun yapilan” masum insanlari kurtarmak kadar iyi bir gerekçe bulunamazdi. Nitekim Almanlar hakkinda buna benzer gerçek disi bazi vahset hikayeleri, I. Dünya Savasi sirasinda da Amerikan kamuoyunu ülkelerinin savasa girmesine ikna etmek için üretilmisti.

Savas yillarinda bu sekilde üretilen Soykirim söylentileri, Nazi toplama kamplarinin Amerikan, Ingiliz ya da Sovyet birlikleri tarafindan 1945 yili içinde ele geçirilmesiyle birlikte iyice güçlendi. Çünkü müttefik ordulari bazi kamplarda, özellikle Dogu Polonya’daki Belsen’de binlerce yahudi tutuklunun korkunç durumdaki cesetleriyle karsilasmislardi. Bunlarin fotograf ve filmleri dünya medyasinda yayinlandi. Bu cesetler soykirimin açik birer delili sayildilar. Oysa sözkonusu cesetlerin ölüm nedeni Nazilerin her türlü önleme ragmen bir türlü basa çikamadiklari tifüs salgini ve savasin son aylarinda Alman tasima sisteminin çökmesi nedeniyle bazi kamplarda, özellikle Dogu Polonya’daki büyük kamplarda basgösteren açlikti. Buna karsilik, daha Bati’da yer alan kamplardaki Yahudi tutuklularin gayet sihhatli ve psikolojik yönden de rahat bir durumda oldugu gözlenebiliyordu.

—Nürnberg Mahkemesi —-

Soykirim efsanesini “adli” bir anlamda tarihsel literatüre geçiren en önemli gelisme ise, 1946 yilinda Nazi savas suçlularini yargilamak için düzenlenen Nuremberg Mahkemesi oldu. Bu mahkemede bazi “tanik”lar kürsüye çikarildilar ve toplama kamplarindaki yahudi tutuklularin gaz odalarinda sistemli bir biçimde ihma edildigini anlattilar. Bu verileri degerlendiren mahkeme, “6 milyon Yahudinin Nazi toplama kamplarinda imha edildigini, bunlarin dört milyonunun özel üretilmis imha araçlariyla katledildigini” kabul etti. Bu mahkemede delil olarak sunulan malzeme ve ifadeler, Soykirim literatürünün hala en büyük dayanagidir.

Ancak mahkeme gerçekte pek dürüst ve tarafsiz bir ortamda yapilmamisti. Nazi Almanyasi’ni yenilgiye ugratmis olan müttefikler-ABD, SSCB, Ingiltere ve Fransa-Nazi rejimini ne kadar korkunç ve acimasiz gösterebilirlerse, kendi argümanlarini o kadar iyi savunacaklarini düsünüyorlardi. Bu nedenle Siyonistlerin savas sirasinda ürettikleri tüm Soykirim hikayeleri mahkeme tarafindan ciddiye alindi ve hepsi kabul edildi.

Yahudi kuruluslari tarafindan mahkemeye getirilen “görgü taniklari”, toplama kamplarinda sahit olduklari gaz odasi manzaralarini anlattilar. Bu sahitlerin verdikleri ifadelerin çok büyük bölümünün gerçeklerle uyusmadigi bugün biliniyor. Örnegin mahkemeye çikarilan ve Dachau toplama kampindan kurtulduklari söylenen pek çok tutuklu bu kamptaki gaz odalari hakkinda detayli ifadeler vermislerdi. Oysa Dachau’da “gaz odasi” olarak gösterilebilecek tek bir bina dahi olmadigi için, Soykirim literatürünün savunuculari ilerleyen yillarda bu iddiayi geri almak zorunda kaldilar. Bugün Dachau’da gaz odasi oldugunu savunan hiç kimse yoktur.

Diger toplama kamplarindaki sözde gaz odalari ile ilgili ifadelerin çogu da çeliskiliydi. Bazilari gerçeklesmeleri bilimsel yönden imkansiz hikayelerdi.

Nuremberg Mahkemesi’ne sahit olarak çikarilan en önemli kisi ise Auschwitz toplama kampinin kumandani Rudolf Höss”tü. Höss, çok önemliydi, çünkü mahkemeye çikarilan sahitlerin ezici çogunlugunun aksine bir Yahudi degil, bir Nazi subayiydi. Hem de Auschwitz’de iki yildan uzun bir süre en üst düzey yetkili olmustu. Höss “itiraflarinda”, Auschwitz’in içinde “Wolzek” adi verilen özel bir imha kampi oldugunu, kendi komutasi altinda burada 2.5 milyon yahudinin öldürüldügünü söyledi. Ama “Wolzek” diye bir yer hiç bir zaman bulunamadi, dahasi Auschwitz’de 2.5 milyon Yahudinin öldügü iddiasi da bir süre sonra Yahudi tarihçileri tarafindan geri alindi. Rakam önce 1.25 milyona, en son olarak da Yahudi tarihçi Jean Claude Pressac tarafindan 775 bine düsürüldü.

Peki Höss neden yalan ifade vermisti? Basit; Höss’ü sorgulayan Ingiliz gizli servisi, ona agir bir iskence yapmis, dahasi ailesini ve çocuklarini öldürmekle tehdit etmislerdi!… Bu, bugün ispatlanmis tarihsel bir gerçektir. Höss bu durumda kendisini ve ailesini kurtarmak için her seyi imzalayabilirdi, nitekim öyle yapti.

Soykirim hikayesi Nuremberg mahkemesine dayanarak hizla büyüdü. Yahudi tarihçiler mahkeme tutanaklarindan alintilar yaparak kitaplar yazdilar. Baska tarihçiler bu kitaplardan alintilar yaparak yeni kitaplar yazdilar. Ilerleyen yillarda yeni bazi “soykirim sahitleri” çikti ve bunlar yazdiklari kitaplarla Nuremberg’teki verilmis olan ancak sonradan “siritan” bazi ifadelerin yerlerine yenilerini koymaya çalistilar. Israil’de özel bir Soykirim Arastirmalari Merkezi kuruldu. Dünya kamuoyunun soykirimi kesin bir tarihsel gerçek sanmasinin en önemli nedeni ise, Hollywood’un Yahudi sermayeli film sirketleri ve Yahudi yönetmenleri tarafindan çevrilen 100’e yakin Soykrim filmi oldu.

Soykirimin sorgulanmasi ise 60’li yillarda basladi. ABD’deki Northwestern University’den Dr. Arthur Butz, Fransa’daki Lyon Üniversitesi’nden Robert Faurisson ve pek çok “best-seller” kitabin yazari Ingiliz tarihçi David Irving sözkonusu revizyonist akima öncülük ettiler. Revizyonist akimin bugün en önemli entellektüel merkezi, California’daki Institute for Historical Review adli kurumdur.

—Israil’in Terör Gelenegi—

Bir süredir “baris” rüzgarlarinin estigi Ortadogu, son bir hafta içinde Israil’in Lübnan’da gerçeklestirdigi bombalamalarla yeniden isindi. Bu durum, bazilari için sasirticiydi. Bir “baris ve demokrasi sembolü” olarak gördükleri Israil’in, içi küçük çocuklarla dolu bir ambulansi nasil olup da havaya uçurdugunu, ya da sivil yerlesim bölgelerini nasil olup da fütursuzca bombaladigini anlamakta güçlük çektiler.

Oysa, Bati medyasinin propaganda ilüzyonundan kurtularak ve Israil’in gerçek kimligini göz önünde bulundurarak vaziyete bakildiginda, Israil’in sözkonusu “gazap üzümleri” operasyonunun hiç bir sasirtici yönü olmadigini görebiliriz. Çünkü Israil, bir terör devletidir; terör, Yahudi Devleti için olagan bir dis politika aracidir.

Israil’in geçmisine bir göz attigimizda ise, bu tanimi kesinlestiren yüzlerce örnek bulmak mümkündür.

—Terörizmden Basbakanliga —

Israil’in kuruldugu yillar, ayni zamanda Ortadogu’nun da terörle tanistigi yillar olmustu. Yüzyilin basindan beri sistemli bir “devlet kurma” programi izleyen Siyonist hareket, 1940’li yillarda Filistin’de olusturdugu terör örgütleri ile bölgeyi kan gölüne çevirdi.

Sag kanat Siyonistler, Filistin’deki Araplara ve ilerleyen yillarda da Ingilizlere karsi savasacak olan Irgun Zvei Leumi (Ulusal Askeri Örgüt) ya da kisaca Irgun adli silahli yeralti örgütünü kurdular. Irgun ve 1940 yilinda ondan ayrilan Avraham Stern’in kurdugu LEHI (Lomamei Herut Yisrael-Israil’in Özgürlügü Savasçilari), Araplar’a ve Ingilizlere karsi kanli terör eylemleri gerçeklestirdiler (LEHI, kurucusunun adindan dolayi Stern Çetesi olarak da anilir). Irgun ve Lehi’nin iki aktif teröristi, yillar sonra tüm dünyanin taniyacagi isimler haline geleceklerdi: Menahem Begin ve Yitzhak Samir! Ikisi de, sirasiyla, Basbakan oldular.

Bu sag kanat teröristler ile sol kanat Siyonistler arasinda da gizli bir ittifak vardi. 16 Eylül 1948 günü Stern örgütünün teröristleri, Birlesmis Milletler’in Filistin arabulucusu olan ve Siyonistlerin isgal politikalarini elestirmesiyle taninan Kont Folke Bernadotte’u Kudüs’te öldürdüler. Yeni kurulmus olan Israil Devleti’nin Basbakani Ben Gurion, Stern militanlarinca gerçeklestirilen suikasti lanetledi ve Bernadotte’un BM karargahindaki cenazesine de katilarak taziyelerini sundu. Suikastin sorumlusu olan Stern üyeleri ise kayiplara karistilar. Ancak bir süre sonra bu militanlar ortaya çiktilar, hem de çok ilginç bir biçimde… Bernadotte’u vuran Joshua Cohen adli tetikçi, Basbakan Ben Gurion’un özel korumasi oluverdi birden bire.! Suikast emrini verenlerden Yitzhak Samir ise Mossad’in Avrupa masasi sefligine getirildi.(1) Ben Gurion’un basbakanliginin sürdügü bu dönemde, Samir’in de katkisiyla, çok sayida “Israil düsmani” Mossad ajanlarinca Avrupa’da öldürüldü. Kisacasi Israil’in liderleri aktif birer teröristtiler, ya da terörizmi el altindan destekliyorlardi.

Terör, Israil’in kurulmasiyla bitmedi, azalmadi da. Aksine, daha da çok kan dökmeye basladi.

—Israil Tarzi Terör —

… 80-100 kadar erkek, kadin ve çocuk öldürülmüstü. Çocuklari kafalarina sopalarla vurarak öldürdüler. Her evden en az bir kisinin canina kiyildi. Köylerde erkek ve kadinlar yiyecek ve su verilmeksizin evlere kapatildilar. Sonra da sabotajcilar gelip evleri havaya uçurdu. Bir kumandan, bir ere emir vererek, havaya uçurmak istedigi bir evin içine 2 kadin kapatmasini söyledi. Bu arada bir asker, öldürmeden önce bir Arap kadinin irzina geçtigini anlatti. Yeni dogmus bir çocugu olan Arap kadinina birkaç gün süreyle etraf temizlettirildikten sonra kadin ve çocuk öldürüldü. ‘Harika bir adam’ diye nitelenen iyi yetistirilmis, iyi bir egitim görmüs kumandanlar, asagilik katiller haline gelmisti. Hem de gelisen korkunç olaylarin içinde ister istemez bu duruma düsmüs degillerdi. Aksine soykirimi ve yoketme metodlarini bilinçlice kullaniyorlardi. Onlara göre dünyada ne kadar az Arap kalirsa, o kadar iyiydi…

Üstteki satirlar, Israil’in Davar gazetesinin 9 Haziran 1979 tarihli sayisinda yayinlandi. Yazilanlar, 1948’de Dueima adli Filistin köyünün ele geçirilmesi sirasinda yapilanlara taniklik eden Israilli bir askerin katliam hatiralariydi.

Önemli olan bu satirlarda anlatilanlarin, istisnai bir terör eylemini degil, Israil’in kutsal terörünün siradan bir örnegini tarif etmesidir. Bir diger “siradan örnek”, Israillilerin devlet kurduklari yilda, 1948’de Deir Yassin köyündeki Arap halka giristikleri katliamdir. Menahem Begin’in yönettigi Irgun ve Stern teröristleri, Kudüs yakinlarindaki Deir Yassin köyüne düzenledikleri baskin sirasinda, hamile kadinlarin ve çocuklarin da dahil oldugu 280 kadar Arap köylüsünü önce sokaklarda dolastirdiktan sonra kursuna dizmislerdir. Ancak bir de önemli “detaylar” vardir: Öldürülen genç kizlarin çogunun irzina geçilmis, erkeklerin cinsel organlari koparilmistir. Siyonistler bazi kurbanlari öldürmek için biçak kullanmislardir. Raporlarda “ortadan ikiye biçilen” küçük bir kiz çocugundan da söz edilmektedir.(2)

Bu sekilde alti ay içinde Arap köylerine düzenlenen sayisiz baskinlarla 400 bine yakin Arap, yurdunu terketmek zorunda kaldi. Deir Yassin Katliami bu baskinlarin sadece birisiydi. Israilliler’in yillar içinde terör yoluyla bosalttiklari köy sayisi, Israil’in az sayidaki “muhalif” seslerinden biri olan Israel Shahak’in tespit ettigi rakama göre, 385’tir. Bu köylerde yasayanlarin içinde korku yöntemiyle kaçirilanlarin yaninda, Deir Yassin’le ayni kadere ugrayanlar da vardir.

Israil’in terörü, ilerleyen yillarda da kan dökmeye devam etmistir. Kibya ya da Sabra Satilla katliamlari, yine buzdaginin görünen kisimlaridir. Israilliler çogu kez bu açik eylemleri bile üstlenmemeye çalismislardir. Örnegin Israil’in 1982 yazindaki Lübnan’i isgali sirasinda Sabra ve Satilla mülteci kamplarinda öldürülen 1.500’ün üstündeki Filistinli’ler hakkinda Begin “yahudi olmayanlar, yahudi olmayanlari öldürdü, bize ne!” demisti. Oysa kisa süre sonra katliami gerçeklestiren Falanjistlerin Israil subaylarinin komutasinda oldugu ve Israil ordusunca silahlandirildiklari ortaya çikti.

—Israil Tarzi Iskence—

Israil’in kutsal terörünün önemli bir parçasini ise iskence olusturmaktadir. 1967’den bu yana iki milyondan fazla Filistinli’yi isgal altinda yasamaya zorlayan Yahudi Devleti, bu Filistinlilerin muhalefetini kirmak ve onlari göçe ikna etmek için sistemli bir iskence politikasi uygulamistir.

Yahudi Devleti’nin korkunç iskence yöntemleri, ilk kez Londra’da yayimlanan Sunday Times’in 1977 yilinda yayinladigi uzun bir arastirmada ortaya çikti. Belgelenen vakalar, 1967’den itibaren on yillik Israil isgali sirasinda iskence gören kirkdört Filistinlinin durumlarini ortaya koyuyordu.

Buna göre, Israil’in; Nablus, Ramalla, Hebron ve Gazze’deki hapishanelerinde, Kudüs’teki Rus sitesi ya da Moskoviya olarak bilinen sorgu ve gözalti merkezinde ve Yona, Ramle, Sarafand, Nafha gibi özel askeri hapishanelerde inanilmaz iskenceler uygulaniyordu. Sistemli dayak disinda, Israillilerin kullandigi iskence türleri arasinda; cinsel organlara elektrik verme, tutukluyu çirilçiplak buzlu suya sokma, gözleri baglanmis olan tutuklunun üzerine özel egitilmis köpekleri saldirtma, vücudun degisik yerlerinde sigara söndürme, arkadan tecavüz, tirnaklarin ve saglam dislerin sökülmesi gibi yöntemler vardi. Bazi tutuklularin kizlari da tutuklanmis ve bunlara babalarinin gözü önünde tecavüz edilmis, sonra da tutuklu kendi kiziyla cinsel iliskiye girmesi için zorlanmisti. Bazi erkek tutuklularin cinsel organlarina ince cam çubuklar sokulmus ve sonra da bu çubuklar organin içindeyken iskenceciler tarafindan kirilmisti. Erkek tutuklularin hayalarinin sikistirilmasi da çok kullanilan yöntemlerin biriydi. Bu iskenceler sonucunda çok sayida Filistinli tutukluda kalici sakatliklar meydana geldi. Çogunun cinsel fonksiyonlari sona erdi, görme ve isitme duyularini ve akli dengelerini yitirenler oldu. Bu fiziki iskencelerin yaninda psikolojik yöntemler de vardi. Siyasi tutuklular, kasten, Israil ordusuna çizme, kamuflaj agi, vb. malzeme imal etme islerine kosuluyorlar, reddettiklerinde fiziki yöntemlere basvuruluyordu.(3)

Sunday Times’in ortaya çikardigi bu vakalar, 1967-1977 yillari arasindaki iskence vakalariydi. Ilerleyen yillarda da Israil’in kutsal terörü ve kutsal iskencesi sürdü. Yalnizca 1987-1993 döneminde; Israil birlikleri tarafindan 1.283 Filistinli öldürülmüs, 130.472 tanesi hastaneye kaldirilacak derecede yaralanmis, 481 tanesi sürülmüs, 22.088 tanesi gözaltina alinmis, 2.533 ev mühürlenmistir. (4) Gözalti ve tutukluluk sirasinda kullanilan iskence yöntemlerinin hangi boyutlara vardigini bilmek de mümkün degildir.

Israil iskence gelenegi ile ilgili olarak en son 1995 Agustosunda ortaya bazi yeni bilgiler çikti. Emekli Albay ve tarihçi Mose Givati, “Çöl ve Alevlerin Içinde” adli kitabinda, 1948, 1956 ve 1967’deki Arap-Israil savaslarinda Israil ordusunun savas esirlerine inanilmaz iskenceler yaptigini yazdi. Buna göre, esir alinan Misirli askerlerin gözleri sigara ile oyulmus, cinsel organlari kesilerek agizlarina tikanmisti…

Burada önemli olan bir nokta var. Israil devlet aygiti, terör ve iskenceyi yalnizca pragmatik bir uygulama olarak degil, bunun da ötesinde kutsal bir misyon olarak görmektedir. Israil’in terörü, Livia Rokach’in ifadesiyle, “kutsal” bir terördür. Çünkü bu terör, yahudi dini kaynaklari tarafindan emredilir.

—Terörün “kutsalligi”—

Eski Ahit’in Tesniye kitabinda, 7. Bap söyle baslar:

“Allahin Rab, mülk olarak almak için gitmekte oldugun diyara seni götürecegi ve senin önünden çok milletleri, Hittileri ve Girgasileri ve Amorileri ve Kenanlilari ve Perizzileri ve Hivileri ve Yebusileri, senden daha büyük ve kuvvetli yedi milleti kovacagi; ve Allahin Rab onlari senin önünde ele verecegi ve sen onlari vuracagin zaman; onlari tamamen yok edeceksin; onlarla ahdetmeyeceksin ve onlara acimayacaksin ve onlarla hisimlik etmeyeceksin; kizini onun ogluna vermeyeceksin ve onun kizini ogluna almayacaksin… Çünkü sen Allahin Rabbe mukaddes bir kavimsin; Allahin Rab, yeryüzünde olan bütün kavimlerden kendine has bir kavim olmak üzere seni seçti.”

I. Samuel kitabi 15. Bap’in basinda ise su ayet yer alir:

“Ordularin Rabbi söyle diyor: Amalek’in Israil’e yaptigini, Misir’dan çiktigi zaman yolda ona karsi nasil durdugunu arayacagim. Simdi git, Amaleki vur ve onlarin herseylerini tamamen yok et ve onlari esirgeme ve erkekten kadina, çocuktan emzikte olana, öküzden koyuna, deveden esege kadar hepsini öldür.”

Ayetlerde geçen Hittiler, Yebusiler, Amalekler gibi kavimler, M. Tevrat’in yazildigi dönemlerde Ortadogu’da bulunan toplumlardir. Bu nedenle bu ayetlere (ve M. Tevrat’in içindeki yüzlerce benzerlerine) göz atan pek çok kisi, tarihin derinliklerinde kalmis birer siddet olayinin hikayesini okudugunu sanabilir. Oysa gerçek böyle degildir… Israil’in “güvercin” siyasetçilerinden Amnon Rubinstein, su satirlari yaziyor:

“(Israilli radikallerin) kullandigi lisanda, günümüzdeki Araplar; Yebusiler’dir, Amalekler’dir ya da Kenan diyarinin Tevrat tarafindan lanetlenen yedi kavminden herhangi birisidir… Tesniye’de, ‘geride hiç bir sey kalmayacak sekilde’ Amalek’i yok etmek üzere verilen emir, dogrudan bugünkü Araplar’a yönelik olarak yorumlanmaktadir… Israil’in savaslari da bu çerçevede anlasilmakta ve bu savaslarda bu ‘yeni Amalekler’e karsi insancil davranilmamasi gerektigi söylenmektedir. Haham Menachem M. Kasher, 1967 savasindan sonra yazdigi bir yazida, Tevrat’in ‘onlari sizin önünüzden yavas yavas azaltacagini ve yurtlarina sizi yerlestirecegim’ seklindeki ifadesinin, Israil’in Araplar’la olan iliskisini tarif ettigini yazmistir… Bar Ilan Üniversitesi’nden Haham Israel Hess, daha da ileri gitmis ve ‘Tanri’nin Amaleklere karsi girisilen savasa bizzat katildigini’ söylemistir. Israel Hess’in konuyla ilgili yazisinin basligi ise, ‘Tevrat’in katliam emirleri’dir.” (5)

Kisacasi, Israil kimligi olusturan en büyük faktör olan “dinci” ekol, Muharref Tevrat ayetlerini bu sekilde yorumlamakta, ve böylece Yahudi Devleti’nin uyguladigi teröre teolojik bir mesru temel olusturmaktadir. Iste bu nedenle terör ve Israil, birbirinden ayrilmaz iki parçadir. Yahudi Devleti, mevcut ideoloji ve kurumlariyla ayakta kaldikça, terörü mesru bir siyaset araci olarak görmeye devam edecektir.

“Gazap üzümleri”nin bombalariyla ambulans içinde parçalanan çocuklar, bu gerçegin ne ilk ne de son kurbanlaridir.

Görüşlerinizi Bekliyorum ! !! ! !

Nükleer sorunsalının diplomatik, siyasî ve hukukî boyutları üzerinde uzman olan gözde diplomatlardan emekli büyükelçi Ömer Ersun, nükleer enerjiye karşı çıkanların bir kısmının ajan olduğunu söyledi.

Nuriye Akman’ın röportajı

ABD-İsrail ittifakı acaba İran’ı vuracak mı? Herkes gibi ben de korkuyla bekliyorum. Korkumu bastırmak için bari bir röportaj yapayım deyip sorular bileyledim.

Neymiş bakalım İran’ın öfkeye yol açan nükleer programı? Bu bir kurt-kuzu hikâyesi mi, kurtların dansı kadar kuzuların cazgırlığı da tehlikeli mi, biri vurursa diğeri ne yapar, ateş sadece düştüğü yeri mi yakar, bomba patlar Türkiye bakar mı? Sahi biz neden nükleer rüyalar görmüyoruz? Ne olacak bu enerji fukarası halimiz? Adam gibi bir reaktöre, çıkmaz ayın son çarşambasında mı kavuşacağız? Öyle birini bulayım ki, nükleer gibi aşırı hassas, çok yönlü ve karmaşık bir konuda hem etik bir duruşu olsun, bilgisini ideolojisi yönetmesin, hem de beni fazla uğraştırmasın, lafı gevelemeden gediğine koysun. Aradım, taradım. Bütün yollar emekli büyükelçi Ömer Ersun’a çıktı. Bir baktım Türkiye’nin yetiştirdiği en parlak diplomatlardan. Nükleer sorunsalının diplomatik, siyasî ve hukukî boyutları üzerinde dört dörtlük bir uzman. Bir daldım deryasına, ortaya işte bu metin çıktı.

Nükleer enerjiye neden taraftarsınız?
Çünkü nükleer sanayiini kurduğunda Türkiye yüksek teknolojiye terfi edeceği için birinci sınıf devletler kategorisine girecek. İkincisi, enerji kaynaklarımızı çeşitlendirmemiz gerek. Üçüncüsü, yıllardır yetiştirmekte olduğumuz birinci sınıf atom mühendislerini zengin ülkelere armağan etmekten kurtulacağız. Nükleer santral inşasında beton gibi en basit malzemenin bile yüzde 99 saflık oranında üretilmesi gerekiyor ve denetimden kaçış yok. Dolayısıyla hırsız müteahhidin çalma şansı da yok. Amerika 1978’de çift kullanımlı denilen malzemenin satışına müdahale edince kıyametler kopmuştu. İsviçreliler “vida ile cıvata da satamayacak mıyız?” diye bağırmaya başladılar. Nükleer teknolojide milimetrenin bilmem kaçta kaçının önemi var.

Anti nükleer çevreci grupları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Çoğunluğunun iyi niyetli, dürüst, idealist insanlar olduğuna ama nükleer sorunsalını bilmediklerine eminim. Yalnız içlerinde dünyayı yöneten petrol lobisinin ajanları ve Türkiye’nin birinci sınıf devlet olmasından korkan çevrelerin uzantılarının oluşturduğu bir küçük çekirdek de barınmaya çalışıyor.

Nükleer deyince çoğunluğun aklına Çernobil geliyor.
Çernobil zâten yetersiz Sovyet teknolojisinin günahı. Uzun bir süre nükleer sanayii yersiz töhmet altında bıraktı. O tarihten sonra tüm reaktörlerde güvenlik önlemleri öylesine artırıldı ki, başka hiçbir ciddî kaza olmadı, olmaz da. Siz Çernobil deyince o zaman TAEK Başkanı olan Prof. Ahmet Yüksel Özemre’ye yapılan büyük haksızlıkları hatırladım. Nükleer alanda Türkiye’nin yetiştirdiği en iyi beyinlerin başında gelir. Tanıyanlar bilir, gerçek bir dâhidir. Fransa’da olsaydı cumhurbaşkanı, başbakan düzeyinde kendisine ilgi gösterilen en saygın bilim adamı olur, atılan her adımda kendisinin fikri sorulurdu.

Ne yazık ki hâlâ Çernobil sonrası yaşananlardan sorumlu tutuluyor.
Çernobil’den sonra verilen raporların bu işle bilgisi ve ilgisi olmayan kişiler tarafından hazırlandığı bizzat raporu verenlerden biri tarafından sonradan kabul edildi. O dönemin korku yüklü atmosferi içinde bilimin sözü dinleneceğine, sipariş üzre fetvalar hazırlanmış. Yüksel’e kusur atfetmek cahillikten değilse, mutlaka kötü niyettir. Türkiye’de onun gibi dürüst ve yurtsever olmak, siyasî ihtiyaçlara değil bilime kulak vermek en büyük günah. Uyarıları dikkate alınsa, 2000’de hırsız bürokratların rezilliği önlenebilse ve hükümet yeterli siyasî iradeye sahip olsaydı, şu anda birinci reaktörümüz bitmişti.

Özemre’nin yazdığı “Ah Şu Atomdan Neler Çektim” kitabında bunlar var.
Evet ama çelebi kişiliği pisliğin tüm ayrıntılarını yazmasını önledi. Bazı siyasetçilerden el altından desteği olan kimi bürokratların Alman Fransız ortaklığından rüşvet aldığı Ankara kulislerinde ayyuka çıkmıştı. Biri görevden alındı; ama kalan hırsızlar bir ali cengiz oyunuyla ihale şartnamesini, kör kör parmağım gözüne değiştirmeye cüret ettiler. Perde gerisinde Yüksel’in kıyamet koparması para etmedi. Normal şartlarda ihale Amerikalılara ya da Kanadalılara rahatlıkla verilebilirdi. Hükümetin “erteledik” deyip iptal, edeceğine hırsız bürokratları açığa alıp, ihaleyi sonuçlandırması gerekirdi.

Nükleer sanayimiz olmasın diye bugün de oyunlar dönüyor mu?
Türkiye’nin nükleer sanayiinin olmasını bizi çok seven, radyasyon kaparız filan diye çok endişelenen bazı yakın dostlarımız istemiyor. Büyükelçi olarak Kanada’da yaşadığım tecrübeye istinaden söylüyorum, meselâ Taşnaklar, Kıbrıslı Rumlar, Yunanlı kardeşlerimiz filan. Geçen sefer ihaleyi geciktirmek için her şeyi yaptılar. Lobileri çalıştırıyorlar. Türkiye’de de biraz para harcarlarsa, sözünü ettiğim çekirdek grup, iyi niyetlileri de tahrik edip bizi uğraştırabilir.

Türkiye nükleer santral sahibi olmanın önemini 1960’ta fark etti; ama 1979 ve 1997’deki iki denemesi fiyasko oldu. Bu hükümetin yaklaşımı nasıl?
Hükümet çok doğru bir iş yapıyor. Nükleer sanayii kurmalıyız diyor. Ama siyasi iradenin en tepesinde sıcak bir ilgi, çok iyi bir bilgi birikimi ve kesin bir kararlılık lazım. Erdoğan’ın mayısta Köşk’e çıkması bekleniyor. Şimdi tutup da nükleer gibi bir konuda öne çıkıp yeni düşmanlar kazanmak ister mi?

Neden seçim başarısının hemen ertesinde buna girişmedi?
Dışişleri bürokrasisi anlattı bu meseleyi onlara. Hükümet de, “Tamam, Türkiye’nin nükleer teknolojide bu kadar geri kalması kabul edilebilir bir durum değil, yapalım” kararı aldı. Geçen dört senede AB’ye yüklenildi. AB’ye paralel olarak, nükleer açığımıza da yüklenelim deseydi, kim “hayır yapmayın” diyecekti? Bu fırsatı kaçırdılar. Bir kere hükümette siyasi iradenin tam olması lazım. İkincisi, hükümet bu konuyu gidip muhalefetle de konuşacak. Bu iç politika malzemesi yapılacak bir konu değil. Biz enerji bakımından aşırı şekilde Rusya’ya bağlanmışız ve enerji fukarasıyız.

Yeniden ihaleye çıkacaklardı, ne oldu?
Çıkacaklar sözüm ona. Enerji Bakanı hazırlığı yaptım diyor. Halbuki muhalefetiyle iktidarıyla evvela milli bir mutabakat oluşturulması, Özemre gibi müstesna bilim adamlarının fikrinin alınması, kamuoyu oluşturmak için uzman ekipleri kurmak lazım. Yıllar boyu Türkiye’de bu işi anlatmadığım ciddî siyasî lider, brifing vermediğim kimse kalmadı. Nükleer bir bütündür. Sadece elektrik enerjisi zannederseniz, hiç farkında olmadan bir gün çukura düşüverirsiniz. Şu anda nükleer teknolojiyi getirme durumunda olan bürokratların bir kısmı, diplomatlar kadar bu meseleyi bilmez.

Reaktörleri daha kısa sürede, daha ucuza yapma imkânı yok mu?
Var. Mesela Çin’de, Güney Afrika’da yepyeni bir teknoloji gelişiyor. 10 küsur yıl içinde piyasaya çıkacak. CNN, ‘cep reaktörü’ diye isim taktı. İşte siyasi irade güçlü olsa bunlardan biriyle şimdiden ortaklığa girersiniz. Türkiye bu teknolojiye ortak olsa, şimdiden reaktörün bazı bölümlerini imal edebilecek kapasitemiz olduğu için ileride ortak yapım olarak hem kurabilir, hem bölgemize ihraç edebiliriz. Özel teşebbüsü de baştan teşvik edip sokarsınız ve rüşvet hikâyesi büyük ölçüde ortadan kalkar.

Bu reaktörlerin özellikleri ne?
Bir kere reaktörün ünite başı maliyeti 160 ila 200 milyon dolar. Ayrı modüller halinde 6’lı veya 8’li paketler olarak kurulursa ünite başına maliyet düşüyor. Her ünite 165 megavat gücünde. Yani tek başına Antalya veya Mersin gibi bir ilimizin tüm elektrik ihtiyacını karşılamaya yeter. Kurulum süresi 2, ömrü 40 yıl. Termik santrallara kıyasla % 30 ila 40 daha ucuza elektrik üretir. Türkiye’de bol olan toryum, ilave işlemlere ihtiyaç duyulmaksızın ileride bu reaktörlerde yakıt olarak kullanılabilir. Erime tehlikesi hiç yoktur. Bu nedenle güvenlik alanının çapı 400 metredir. Nükleer silah yapımına elverişli değildir.

Tam bize göre. Bunları Enerji Bakanı’na anlattınız mı?
Sayın bakan bir yıl önce beni kısa sürede arayacaklarını söylemişti. Bir daha aramadı.

Doğru söyleyin, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması (NSYÖ) ülkeler arasında bir eşitsizlik yaratmıyor mu?
Haklısınız. Yaratıyor. Ama asıl gariplik, atom bombasının yarattığı ahlak ve hukuk normlarını aşan tehdidin özelliğinden kaynaklanıyor. Bu yüzden eşitsizlik yaratsa da NSYÖ tüm devletler için yararlıdır. Bu anlaşma ülkeler arasında bir kast sistemi yarattı. Piramidin tepesinde beş raca var: Amerika, Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin. Her türlü imtiyaz bunların ellerinde. Bunlar “Bu işi biz yaptık bir kere. Ama merak etmeyin, silahsızlanmaya gideceğiz. Aman siz yapmayın bu dünya için çok kötü olur” diyenler. Diğerlerine karşı tam bir dayanışma içindeler. Soğuk Savaş’ın en buhranlı döneminde, Ruslar ve Amerikalılar bu konudaki ikili görüşmelerini hiç aksatmadılar.

Tepedeki beş racanın altında kimler var?
Nükleer teknolojiden vazgeçmeyen ama yetkileri kısıtlı içoğlanları var. Bir kısmı Kanada, İsveç, Hollanda gibi nükleer teknolojiye sahip; ama nükleer patlamayı denemek seçeneğinden gönüllü vazgeçenler, diğer bir kısmı da Japonya, Almanya, İtalya gibi İkinci Dünya Savaşı’nın mağlupları, eli mahkûm olanlar.

G.Afrika, Hindistan, Pakistan, İsrail gibi nükleer patlamayı yapanlar hangi grupta?
Güney Afrika da patlamayı yaptı; ama daha sonra vazgeçti. Diğer üç ülke kast sistemine karşı çıkan âsiler.

İran bu kadar hedef tahtasındayken, neden kimse İsrail’in nükleer silahlarını sorgulamaz?
Sorgulamaz olur mu? İran bar bar bağırıyor; ama Araplar dahil kimsenin fazla kulak asmaması herkese tuhaf geliyor. Oysa hiç tuhaf değil. Uzun bir konu, cevabı kendiniz de bulabilirsiniz. Düşünün Şah hâlâ iktidarda olsaydı, Bush İran’a bir şey der miydi?

İsrail’i nükleer güç yapan Amerika mı?
Hayır, ilk araştırma reaktörünü 1950’lerin sonuna doğru Fransa verdi. Nükleer piyasanın gevşek zamanlarıydı. 1960’larda İsrail ajanları zenginleştirilmiş uranyum madeni parçalarını Amerika’dan çaldılar. Çantalar içine koyup kaçırdılar ülkelerine.

Çaldılar mı, verildi mi onlara?
Çaldılar elbette. Nükleer alanda babanın evlâda hayrı olmaz. Kimse kimseye iyilik yapmaz. Devlet düzeyinde İsrail ile Amerika’nın yakınlığı burada sökmez. Amerika’da cezası ölümdü, buna rağmen çalındı. Zenginleştirilmiş uranyum madeninden herhangi bir şekilde 8-10 kilo ele geçirirseniz bomba yapabilirsiniz. İsrail ajanları herhalde bir bomba yapımına yetecek kadar çaldılar.

Amerika niye seyirci kaldı bu hırsızlığa?
Bu işin ortaya çıkması 70’lerin ortasını buldu. Kovuşturma açıldı, ancak başkanın emriyle milli güvenlik sorunudur diye dosya kapatıldı. Tahminim, kusurlu olan kişilerden bazılarını idam edemeyecekleri içindi. CIA daha sonra, Necef çölünün altındaki laboratuvarlardan radyasyon sızdığını havadan tespit edip, bu bilgiyi basına verdi. Nükleer ilişkiler bazen en sofistike casus romanlarından daha şaşırtıcıdır.

Hiç mi nükleer işbirliği olmadı Amerika ile İsrail arasında?
Bu, NSYÖ’ye göre ABD’nin ahdî taahhütlerine aykırı. Olur da sızarsa siyasî faturası da çok ağır. Yaygın kanı İsrail’in kendi işini kendisinin gördüğü yolunda. Yalnız, gene de yüce Tanrı bilir, zira bu Bush yönetimine Amerikan halkı bile artık güvenmiyor. İsrail nükleer silaha sahip olduğunu ne kabul, ne de reddediyor. Maksat düşmanlar üzerinde caydırıcılık. Yegane işbirliği şüphesi şu: 1979’da ben BM’deydim. Güney Afrika açıklarında okyanusun ortasında kimsenin sahip çıkmadığı ve atom bombası olduğu sanılan bir patlamayı ABD uyduları tespit etti. Araplar çok telaşlandı ve tahkikat kararı alındı. Bir şey çıkmadı ama, bazı Batılılar da dahil biz uzmanlar taa başından nerdeyse emindik. Güney Afrika’da malzeme, İsrail’de know how vardı. Patlamayı denemeden bomba yapamazsınız. Bozacı ile şıracı hikâyesi…

(Zaman)

Tüm yeryüzünde ve insanlık aleminde barış ve güvenliği sağlayacak, temel insan hak ve hürriyetlerini koruyacak, evrensel bir oluşuma ihtiyaç vardır. Yani kuruluş gayesinin ve prensiplerinin açıklandığı şekilde bir “Birleşmiş Milletler Teşkilatı” aslında lazımdır. Ancak mevcut B.M Teşkilatı, bu haklı ve hayırlı ihtiyacı istismar etmek ve böyle bir oluşumu zulüm ve sömürü amacıyla kullanabilmek isteyen Siyonist merkezler tarafından ortaya çıkarılmıştır ve maalesef hala onların güdümünde bulunmaktadır. Yıllarca İsrail’in Filistin işgaline ve cinayetlerine, Sırpların Bosna vahşetine seyirci kalan bu teşkilatın, ikide bir basit bahanelerle Irak’a ve Afganistan’a saldırı kararı çıkarması, işte bu iddiamızın açık bir kanıtıdır.

Evet bugünkü Birleşmiş Milletler:
1- Önce İslam’ın temsilcisi ve Dünyanın dengesi konumunda olan Osmanlı Devletini yıkmak,
2- Sonra da bu örgüt eliyle dünya hakimiyetini kurmak üzere, Yahudi Siyonistler tarafından oluşturulmuş bir teşkilattır.

Bugünkü İsrail’in manevi kurucusu olan Siyonist Lider Theodor Hertzel, Osmanlının yıkılışını hazırlamak ve hızlandırmak için Sultan Abdülhamidi tahttan uzaklaştırmayı ve bu maksatla Jön Türkler’le ve ittihat Terakkicilerle irtibat kurmayı planladı.

Bu hedefe ulaşmak üzere son Osmanlı Meclisi’nde Selanik mebusu olan Emmanuel Karasso, İzmir Milletvekili Nessim Mazliyah, Selanik’teki eczanesi Jön Türklerin buluşma merkezi olan Rafael Benuziyar gibi yahudilerle temasa geçildi ve Sultan Abdülhamidin hall’i için kampanya başlatıldı.

Siyonist Lider Theodor Hertzel önce Abdülhamid’den Filistin’de yahudiler için bir yerleşim bölgesi istemiş, ama çok cazip teklifler ve rüşvetler karşılığı bile sultanı ikna edememiş ve “Şehit kanıyla kazanılan vatan toprakları parayla satılmaz” cevabıyla defedilmiştir. Bunun üzerine “Russo, Mazliyah, Ahmet Rıza, Enver, Talat ve Nazım beyler gibi İttihat ve Terakki masonlarını kullanarak Filistin’e Musevi göçmenler gönderme işini denemeye girişmiştir.”

Bütün bu şeytani heves ve hesaplarına asla müsade etmeyen Abdülhamid Han’ı, bu siyonist tasarılara mecbur etmek amacıyla, Theodor Hertzel bu sefer ortaya Birleşmiş Milletler planını çıkardı.

Amaçları sözde dünya barışı ve birliği adı altında, her ülkedeki siyonist bir Yahudiyi o ülkenin temsilcisi olarak Amerika’ya toplamak ve “görüyorsunuz işte, bütün dünya devletleri böyle istiyor” diye Sultan Abdülhamid’i İsrail’in kurulmasına mecbur bırakmak ve İslam vatanı olan Filistin’in Osmanlı’dan koparılmasına zemin hazırlamaktı.

Bu durumu hemen fark eden Sultan Abdülhamid, kendisi hayatta kaldıkça Birleşmiş Milletleri kurdurmamıştı.

Dünyadaki siyonist hakimiyetine kavuşmak için başlattığı 1. Dünya savaşı ile hem Avrupa’yı mahveden, hem de Osmanlıyı tarihe gömen Siyonistler, yine kendilerinin kışkırttığı 2. Dünya savaşı sonunda da, sözde yeryüzünde barışı ve huzuru korumak bahanesi altında asıl yeryüzü hakimiyetini yürütmek amacıyla Birleşmiş Milletleri kurdular.

Önce Roosevelt (ABD) ve CHURCHİL’in (İng) Almanlara karşı 1941′de yaptıkları Atlantik anlaşmasını, ardından 1 Ocak 1942′de Rus, İngiliz ve Amerikan temsilcilerinin Washington’da imzaladıkları “Birleşmiş Milletler” beyannamesi” takip etti. 30 Ekim 1943′te Çin’i de yanlarına alarak, sözde bütün barışçı ülkelerin katılımına açık “Moskova bildirisi” ni hazırladılar.

1945 Şubatında Kırım’daki Yalta şehrinde, Dünya Siyonistlerinin Kongresindeki gizli kararın hemen arkasından, 25 Nisan- 26 Haziran 1945′te San Fransisko’da, her ülkeyi temsilen gelen Yahudi ve Masonların toplandığı konferans sonunda, Birleşmiş Milletler Anayasası ve Adalet Divanı statüsü hazırlandı ve imzalandı.

Birleşmiş Milletler teşkilatı içinde kurucu rolü oynayan ve kendilerine “daimi ve değişmez delegelik” ve ayrıca “veto” hakkı sağlayan beş ülke (Amerika, Rusya, İngiltere, Çin ve Fransa) siyasi ve Ekonomik yönden siyonistlerin en etkili ve yetkili bulunduğu yerler olması da, oldukça dikkat çekicidir.

Ve bu arada Rusya’daki ve Çin’deki Komünist ihtilali yapanların, hem fikir babalarının, hem de eylem planlarının Yahudi ve Masonlar olduğunu hatırlatmak gerekir.

İşte Yahudi Siyonizminin sömürü ve zulüm saltanatını gerçekleştirmek için meydana getirilen ve “adalet ve hürriyet” kılıfı geçirilen Birleşmiş Milletler teşkilatı, görünürde ABD’nin, gerçekte ise siyonizmin güdümündedir.

Kendi anayasasında öngörülen şartlar bile göstermeliktir ve bunlara uyulmamaktadır.

Üye ülkelerin birer temsilcilerinden oluşan Genel Kurul, gölge ve göstermelik bir organdır. Asıl kararı veto hakkı bulunan 5 daimi üye ve diğer altısı genel kurulca iki yılda bir seçilen ve 6 kişiden oluşan Güvenlik Konseyi alır ve uygular.

Kofi Annan’dan önce koyu İslam Düşmanı bir Hıristiyan ve Yahudi damadı olan Butros Galinin temsil ettiği Genel Sekreteri ise, ancak Güvenlik Konseyi’nin önereceği isimlerden birini, yine Genel Kurul seçmekte ve ne hikmetse devamlı siyonizme hizmet edecek mason tipler bu makam getirilmektedir.

Yüzlerce ülkenin ortaklaşa alacağı bir kararı tek başına “veto etme” ve geçersiz hale getirme yetkisi olan 5 daimi üyenin ve onlarında arkasındaki siyonizmin, sadece oyuncağı ve zulüm aracı olan böyle bir teşkilatın, yeryüzünde barışı değil savaşı kışkırttığı ve hatta başlattığı yüzlerce tecrübeyle sabit olmuş bir gerçektir.

Önce Saddam’ı kullanarak ve Kuveyt’e karşı kışkırtarak Körfez Harbine zemin hazırlayan bunlardır… Somali’yi işgal eden ve sömüren bunlardır. İsrail’i kurdurtan ve kudurtan bunlardır. Ve şimdi “elinde kimyasal silah var” bahanesiyle yeniden Irak’a saldırıya ve bölgede nükleer bombalar kullanmaya hazırlanan bunlardır. ABD’yi yöneten gizli ve gerçek güç olan Siyonist CFR’nin kararlaştırdığı bu Afgan savaşının asıl hedefi de 100. yıl dönümü kutlamalarını ve büyük İsrail’in kurulması planları yapılan Basel Konferansı’nı amacına ulaştırmaktadır.

İşte bu BM, Kıbrıs hareketinde ve Azerbaycan işgalinde aleyhimize tavır almış ve saldırganları alkışlamışlardır. Bosna’da, Çeçenistan’da ve Kosova’da zalim saldırganların yanında yer almışlar ve cinayetlerine göz yummuşlardır.

Biz bütün ülkelerin ve milletlerin insani değerler etrafında birleşip barışacağı, her türlü zulme ve tecavüze karşı ortak cephe oluşturacağı bir teşkilatı elbette istiyor ve destekliyoruz.

Ne var ki, dünyayı süper güçlerin ve onların arkasındaki Siyonistlerin çiftliği haline getirmeyi amaçlayan, Çin ve Rusya gibi seküler yönetimleri, ABD, Fransa ve İngiltere gibi Hıristiyan milletleri temsilen veto hakkı bulunan ülkelere karşılık, 1.5 milyarlık İslam alemini ve 50 müslüman ülkeyi temsil edecek tek bir devlete bile veto hakkı tanımayan, bu art maksatlı ve çifte standartlı teşkilattan hiçbir hayır beklemiyoruz. Ve tabi Rusya ve Çin’in, Siyonizmin vahşi çehresini görmeye ve tepki vermeye başlamasını da hayırlı bir gelişme olarak değerlendiriyoruz.

Tabii ve tarihi şartların bölgesel ve hatta evrensel bir güç merkezi ve kuvvet dengesi olmaya mecbur ettiği Türkiye’miz, böyle bir teşkilatta, ya etkili ve yetkili bir konuma gelerek, bu kuruluşu insanlığa ve Dünya barışına hizmet eder hale getirmeli, veya işte son Bosna ve Kosova vahşeti ve Afganistan dehşeti gibi sorumlulukları artık yüklenmemeli ve bir an evvel İslam Barış Milletlerinin kurulmasına öncülük etmelidir.

Çünkü bu haliyle ve geçmişteki tatbikat örnekleriyle BM, anlaşıldı ki dışı hoş, içi boş bir konumdadır. Ve maalesef Müslümanlara karşı devamlı çifte standartlıdır. Kıbrıs Barış harekatımızda 3 saatte toplanıp ateşkes kararı çıkaran BM. Maalesef İsrail’in katliamına seyirci kalmaktadır.

Bu giderek azgınlaşan ve canavarlaşan mikrobun ilacı ise, İslam Birleşmiş Milletleridir… Temel insan haklarını ve evrensel hukuk kurallarını esas alan… Hak ve adalete dayanan Barış ve Bereket Medeniyetidir.

<!–

–>

Heykel dünyaca ünlü heykeltıraş Bartholdi tarafından yapılmış ve çelik iskeleti de ünlü Eyfel kulesini yapan Gustave Eyfel tarafından meydana getirilmiştir. Bu iki isimde ünlü ve bilinen masonlardandır. Peki bu özgürlük heykeli neden kadın ve bu kadın kim. Bu kadın antik tanrıça İsis’dir. Romalılar bu tanrıçayı Juno olarak tanırlar. Bu tanrıça esas olarak Babil kökenli bir puttur daha sonra Mısır ve Roma’ya geçmiştir. Özelliği ise özgürlük tanrıçası olmasıdır zaten o yüzden Amerika’da ki heykele “Özgürlük Heykeli” denir. Buna göre Babilde bu tanrıçanın tapınaklarına giden herkes bu tapınaktaki kadın rahibe veya erkek rahiplere bir ödeme yapmak zorundaydı bu ödeme şekli ise cinsel ilişkiydi. O yüzden de bu Tanrıçaya “Fahişelerin Anası” lakabı takılmıştır. Heykelin başındaki taçta tam yedi sivri uç bulunur. Bunlar Illuminatinin yayılacağı yedi kıtayı simgelerler. Heykelin hemen giriş bölümündeki levhada ise taş bir levhaya bir şiir kazınmıştır. “Sürgünlerin annesi” temasının işlendiği bu şiir Emma Lazarus isimli Yahudi bir bayan şaire aittir ve kendisi Siyonizm’in kurulmasından on üç sene önce Filistin’de bir Yahudi ülkesi kurulmasını savunanlardandır.

Amerikan Temsilciler Meclisi, Filistin Yönetimi’ne her türlü para yardımını yasaklayan bir kararı kabul etti.

Hamas hükümeti tarafından idare edilen Filistin Yönetimi’ne doğrudan ve dolaylı yardımı yasaklayan karar tasarısı, Temsilciler Meclisi’nin önde gelen cumhuriyetçi ve demokrat sorumlularının desteğiyle 361’e karşı 37 oyla kabul edildi. Oylamada 9 çekimser oy çıktı.
Oylamadan hemen sonra Beyaz Saray, bu kararı desteklemediklerini açıklayarak, bunun insani yardım konusunda Başkan’ın elini kolunu bağladığını bildirdi.
Öte yandan ABD Başkanı George W. Bush, İsrail Başbakanı Ehud Olmert ile ilk kez Beyaz Saray’da görüştü.
Bush, görüşmede, Filistin lideri Mahmud Abbas ile diyaloğun başlatılması ve her türlü tek yanlı girişimden kaçınılması isteğini dile getirdi.
Görüşmeye yakın kaynaklar, ABD Başkanı’nın görüşmede ayrıca Olmert’in Batı Şeria’daki izole Yahudi yerleşim birimlerinin kaldırılması konusundaki kararlılığını da sınama olanağı bulduğunu belirttiler.

İngiliz yayın kurumu BBC, İsrail-Lübnan savaşı sırasındaki haberleri nedeniyle ”tek yanlı” haber vermek ve ”Hizbullah yanlısı” yayın yapmakla suçlanıyor.

Jerusalem Post gazetesinin haberine göre, İsrail Dışişleri Bakanlığı, vatandaşların, BBC’nin yeniden boykot edilmesi, Lübnan’daki savaşla ilgili ”tek yanlı” haberleri nedeniyle BBC muhabirlerinin çalışma belgelerinin geri alınması baskısı altında…

Haberde, diplomatik yetkililerin de BBC haberlerinin ”tarafsız” olmadığını söyledikleri belirtiliyor. Kudüs’teki yetkililerin,
”haberlerinde, tarafsız olmak yerine, BBC’nin adeta Hizbullah’ın adına çalıştığı izlenimi verdiğini gördüklerini” ifade ettikleri de kaydedildi.

Dışişleri Bakanlığı Medya ve Kamu İşleri Genel Müdür Yardımcısı Gideon Meir’in bu konuda yorum yapmaktan kaçınmasına rağmen, İsrail’in 1. Kanalı’ndaki bir konuşması sırasında verdiği örnek hatırlatıldı. Buna göre, Meir, London Times’da 24 Temmuzda yayımlanan Stephen Pollard imzalı bir makaleyi hatırlattı ve Pollard’ın, BBC’nin bir programının adeta Hasan Nasrallah tarafından yazıldığı izlenimini verdiğini yazdığını kaydetti.

Başbakan Ehud Olmert’in Basın Sözcüsü Miri Eisen de aynı kanaldaki değerlendirmede, BBC’nin savaşın ilk haftasındaki haberlerinin düzgün olduğunu, ancak sunucusunun Hayfa’dan Beyrut’a gittikten sonra, yayınlarının (Arap kanalları) El Cezire ve El Arabiya benzeri olduğunu ifade etti.

Gazete, 2003 yılındaki Filistin olayları sırasında, İsrailli yetkililerin BBC haber programlarını boykot ederek, 7 ay mülakat
vermediklerini ve BBC habercilerinin brifinglere alınmadıklarını da hatırlattı

İsrail’i tanımayacağız

Filistin Başbakanı İsmail Haniye, Filistin’de iktidarda bulunan Hamas grubunun İsrail’i resmen tanımayacağını ama İsrail’in 1967 sınırları içinde bağımsız bir Filistin Devleti’nin kurulmasını kabul etmesi halinde karşılıklı olarak uzun dönem bir ateşkes anlaşmasını kabul edebileceklerini söyledi
06.10.2006 18:45

Filistin Başbakanı İsmail Haniye, Filistin’de iktidarda bulunan Hamas grubunun İsrail’i resmen tanımayacağını ama İsrail’in 1967 sınırları içinde bağımsız bir Filistin Devleti’nin kurulmasını kabul etmesi halinde karşılıklı olarak uzun dönem bir ateşkes anlaşmasını kabul edebileceklerini söyledi.

Filistin hükümetine destek için yapılan mitingde on binlerce Filistinli’ye konuşan Haniya, “İsrail’i tanımayacağız. İsrail’i tanımayacağız. İsrail’i tanımayacağız” diye konuştu. Filistin Başbakanı İsmail Haniye, “Bir ateşkes anlaşması karşılığında Kudüs başşehir olarak, işgal edilen topraklarda bir Filistin devleti kurmak için varız. Fakat İsrail’i tanımak için değil” dedi. Haniye, Ortadoğu barış sürecinin başlıca aktörü Ortadoğu Dörtlüsü’nün (Avrupa Birliği, Rusya, Birleşmiş Milletler ve ABD) İsrail’i resme tanıma konusunda “diktelerde” bulunmasını ise reddederek, “Filistin halkının işlerine dış müdahaleyi ve dörtlünün diktelerini reddediyoruz” dedi.

İsrail’in Haremüşşerif yakınındaki hafriyat çalışmasını protesto eden yüzlerce Filistinli ile İsrail polisi arasında çatışma çıktı.

Haremüşşerif İslam’ın üçüncü en kutsal alanı olarak kabul ediliyor

Güvenlik güçlerinin protestocuları dağıtmak için plastik mermi ve gözyaşartıcı gaz kullandığı, Filistinli göstericilerin de buna taş atarak yanıt verdiği bildiriliyor.

Bazı Filistinlilerin El Aksa camisi içinde barikat kurdukları da gelen haberler arasında.

Filistinliler Haremüşşerif yakınındaki hafriyat çalışmalarının durdurulmasını istiyor.

Bu çalışmalar, El Aksa camisinin de içinde bulunduğu kutsal bölgeye yeni bir yürüme yolu inşa edilmesini hedefliyor.

Filistinliler inşaat çalışmaları sırasında Haremüşşerif’in temellerinin tahrip olabileceğini düşünüyor.

Müslüman dini liderler inşaat faaliyetlerine muhalefetlerini dile getirmek için Cuma gününü “tepki günü” olarak ilan ettiler.

İsrail yetkilileri ise inşaat çalışmalarının Haremüşşerif’in korunması için gerekli olduğunu savunuyor ve alanda yapısal bir tahribat olmayacağı konusunda güvence veriyor.

Müslümanlar tarafından İslam’ın üçüncü en kutsal alanı olarak kabul edilen Haremüşşerif, Yahudiler tarafından da, birinci ve ikinci Yahudi tapınaklarının burada olması nedeniyle kutsal sayılıyor.

İsrail polisi bugünkü çatışmalarda 17 gösterici ile 15 polisin yaralandığını bildirdi.

BBC’nin Kudüs’teki muhabiri Matthew Price, şu sırada Filistinlilerle polis arasında çıkan çatışmaların küçük çaplı olmasına rağmen, Haremüşşerif’in son derece hassas bir alan olması nedeniyle, yaşanan gerginliğin bölgede daha büyük şiddet olaylarının fitilini yakacak potansiyele sahip olduğuna işaret ediyor.

Hafriyat çalışmalarının geçtiğimiz Salı günü başlaması ardından, Filistinlilerin protestolarının yanısıra, Arap ülkelerinden de çalışmaların durdurulması çağrısı gelmişti.

İnsanların çoğu, artık geçmişi olmayan insanlar, “belleksizler” oldular. İronik bir paradoksla, “anımsama görevi” üzerine, hiçbir zaman, bu unutma zamanlarındaki kadar çok konuşulmadı, çünkü bir niteliğin üzerinde ancak o nitelik unutulduğu zaman durulduğu bilinir.
Bizde ve dünyada, yetişkinler, “Biz çok şey yaptık, daha ne yapabiliriz?” diyor olabilirler. Böylece tarihsel sürekliliğin iyice bilincinde olduklarını gösterdiklerini sanıyorlar. Peki, onların çocuklarının (en azından yüksek okullarda okumamışların) kafasında ne bulunacak? Belirsiz bir yerde, at yerine gezegenler arası füzeyle dolaşan zırhlı bir Ortaçağ şövalyesi!
Yerler ve olgular üzerine bilgi vermenin önemsenmemesi çağdaşlarımızın hatası değil. Zorlayıcı bir moda, kronolojik tarih öğrenimi yerine “çağlar arası yolculuk araçları” türünde, yüzyıllarda at koşturma temalarının tarzını getirmek istedi. Ülkelere gelince, her yerde aynı cam kulelerin sıralandığı günümüz kentlerinin hepsi, manzaralı yer hesabı yapmayan aceleci teknisyenler için eş değerde. Bu hayhuy içinde, manzaralar tatsızlaşıyor, kültürler eriyor, ortak tarihler siliniyor.
Bu yamalı bohça, bireylerin kendi miraslarının dökümünü yapmalarını sağlayan şeyi ortadan kaldırıyor.
Buna borsacının uzun vadeyi küçümsemesini ve “anında”lığa tapınmasını ekleyin, anlayacaksınız ki modernliğimiz, anlamaya ve yapıcı olmaya istekli ve sorumlu vatandaşlar yerine daha çok birbirini ikame edebilir tüketici-zapçılar ve “pub çocukları” üretiyor.
Oysa burada dikkatli olunmalı: bir uygarlığın en önemli işlevi çocuklarına bir emanet aktarmaktır. Savurma, yâdsıma ya da bu mirası verimli kılmaları çocuklara kalmış.

– Alıntıdır –

Kronolojik Özet
İ.Ö. 8500-7000, Ortadoğu’da çiftçiliğe geçiş
İ.Ö. 3500-3000 Dicle-Fırat ve Nil vadilerinde uygarlığa geçiş
İ.Ö. 4000-3000, Uygarlığın Sümer’de doğuşu
İ.Ö. 3000 sabanın icadıyla insanların tarımda hayvan gücünden yararlanmanın yolunu bulmaları
İ.Ö. 3000 dolayları, yazılı kayıtların başlayışı
İ.Ö. 2000’den az önce, Mezopotamya çevresindeki bölgelerde taşra uygarlıklarını kurmaya başlayan toprak aristokrasilerinin doğmasını kolaylaştıran koşulların oluşması.
İ.Ö. 1700 dolayları, Hammurabi tarafından insanlığın ilk yasa derlemelerinin çıkarılışı.
İ.Ö. 1700, Avrasya bozkırı kökenli barbar halklar akınlarının Avrupa’nın Atlantik kıyılarına ulaşması.
İ.Ö. 1300 dolayları, alfabetik yazının Suriye’de ve Filistin’de yaygınlaşması.
İ.Ö. 1000 yıllarında, Ortadoğu uygarlığının iki uç bölgesinde (Filistin ve İran’da) verimli düşünce akımlarının doğuşu.
İ.Ö. 700’den az önce Orta Asya’dan ve Güney Rusya’dan göç etmiş İskitler’in Ukrayna’da bir kabileler imparatorluğu kurup, Yunan dünyasıyla ticarete girişmeleri.
İ.Ö. 6. yüzyıl, Lidya Krallığı’nda sikke paranın dolaşıma konması
İ.Ö. 6. yüzyıl, İyonyalı filozofların dünyayı ve insanı akılla kavrama çabası
İ.Ö. 500 dolayları, Çin uygarlık biçiminin temel öğelerinin ortaya çıkışı.
İ.Ö. 500 dolayları, Kastların ve Hind dininin kendine özgü vurgularının biçimlenişi
İ.Ö. 330, Pers İmparatorluğunun Makedonyalıların saldırısıyla yıkılması
İ.Ö. 320, İskender’in İndüs Vadisi’ne girmesi
İ.Ö. 146, Roma’nın Makedonya’yı ve Yunanistan’ı fethetmesi.
İ.S. 70-100, Dört İncil’in yazıldığı yıllar
İ.Ö. 30, Roma’nın Mısır’ı fethetmesi
İ.S. 193, Roma Barışı’nın şiddete başvurulmasıyla bozulması.
İ.S. 372, Hunlar’ın Güney Rusya’ya girip Ostrogotları sürüşleri
İ.S. 378-511, Roma imparatorluğu’nun büyük barbar akınlarıyla çökmesi
İ.S. 410, Hun korkusuyla Roma sınırlarını zorlayan Vizigotlar’ın Roma kentini yağmalamaları ve İspanya’yı geçip krallıklarını kurmaları.
İ.S. 451, Kalkedon (Kadıköy) Kurultayı’nın Papa’nın çağrısıyla toplanıp, kutsal üçleme öğretisinin Papa Büyük Leon’un saptadığı biçimiyle benimseyip, “monofizist” biçimini reddedişi,
İ.S. 453, Attila’nın ölüşü ve Hun Konfederasyonu’nun dağılması
İ.Ö. 552, Japonya’ya ulaşan Budist misyonerler topluluğunun önemli başarılar elde etmesi.
İ.S. 565’ten sonra (Doğu) Roma İmparatorlarının “Bizans İmparatoru” denmeye başlanışı.
İ.S. 568’den sonra, Cermen kabilesi Lombartların Bizanslıları İtalya’nın iç bölgelerinden çıkan buraların denetimini ellerine geçirmeleri.
İ.S. 572, Türk İmparatorluğu’nun haneden kavgalarıyla ikisi de iç kavgalarla yıpranan doğu ve batı ordularına bölünmesi
İ.S. 600 dolayları, Hint Okyanusu’nda Hindu gemicilerin yerini Müslümanların alması.
İ.S. 622, Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye göçü.
İ.S. 632-1000 arasında İslam’ın Hızla yükselişi ve Ortadoğu’da Kuzey Afrika’da İspanya’da yayılışı,
İ.S. 632, Hz. Muhammed’ön ölümü
İ.S. 636, Arap ordusunun Bizans’ı Suriye’den ve Filistin’den çıkarması
İ.S. 641, Arap akıncı birliklerinin Mezopotamya’yı ele geçirişleri
İ.S. 642, Arap akıncı birliklerinin Mısır’ı ele geçirişleri.
İ.S. 651, İran ve Mezopotamya’da Sasani iktidarının sona ermesi
İ.S. 651, Arap akıncı birliklerinin İran’ı ele geçirmeleri.
İ.S. 711, Vizigot krallığının sona ermesi.
İ.S. 711-715, Kuzey Afrika’nın ve İspanya’nın Müslümanların denetimine geçmesi
İ.S. 715, İslamların Kuzeybatı Hindistan’daki Sind Bölgesinde, daha sonra da Hint Okyanusu’nda üstünlüğü ele geçirmeleri
İ.S. 717-718, Müslümanların Konstantinopolis’i kuşatmaları
İ.S. 750, Emeviler’in halifelik döneminin sona ermesi
İ.S. 751, Talas Meydan Savaşı’nda Çin’e bağlı birkaç vahanın Müslümanlara kaptırılışı.
İ.S. 756, baskı aygıtının Çin’de bulunuşu.
İ.S. 800, Şarlman’a Papa tarafından Romalıların imparatoru olarak taç giydirilişi.
İ.S. 800’den birkaç yıl sonra, Bizans İmparatorunun Şarlman’ın imparatorluğunu tanımasıyla Batı Roma İmparatorluğunun yeniden kuruluşunun yasallaşması.
İ.S. 831-1000 arası, Danimarka’nın İsveç’in ve Norveç’in Hristiyanlığa geçmeleri.
İ.S. 840, Uygurların yıkılışı
İ.S. 845, Budizmin Çin’de resmen yasa dışı sayılması; bunun üzerine Kore’de devlet dini yapılıp iyice benimsenmesi
İ.S. 900 dolaylarında, Türk askerlerinin kabilelerinin, İslam devletlerinin siyasal yaşamına egemen olmaya başlamaları.
İ.S. 900-14. yüzyıl ortaları, Avrupa’da toprakların tarıma açılışı.
İ.S. 989, Rusya’nın Hristiyanlığa geçişi.
İ.S. 1000 dolayları, kolonileşme ve ticari yayılma sürecinin başlayışı
İ.S. 1000 dolayları, Gazneli Mahmut’un akınlarıyla İslam’ın Hindistan’ın İç bölgelerini ele geçirmeye başlaması.
İ.S. 1000, Macaristan’ın Hristiyanlığa geçmesi
İ.S. 1000 Hristiyanlığın Uzakbatı ülkelerinde Kelt, Cermen ve Slav kabileleri arasında yayılması.
İ.S. 1000-1300 arası, Avrupa’da kasabaların hızla gelişmeleri.
İ.S. 1000-1453 arası, İslamlığın Hindistan’da, Doğu Avrupa’da, Orta Asya’da yayılışı.
İ.S. 1000-1500, İslam mimarlığının görkem ve incelik dönemi
İ.S. 1054, Katolik-Ortodoks bölünmesinin, Papa ile Konstantinopolis Patriğinin birbirlerini afaroz etmeleriyle yaratılışı.
İ.S. 1071, Malazgirt Savaşı ile Türklerin Hristiyanlık (Bizans) dünyasına karşı başarılı olup, Anadolu’nun iç bölgelerinin denetiminin Selçuk Türklerine geçişi.
İ.S. 1096-1099, Birinci Haçlı Seferi.
İ.S. 1171, Galler ülkesinin ve İrlanda’nın Anglo-Norman şövalyelerince fethinin tamamlanışı.
İ.S. 1204, Dördüncü Haçlı Seferi’nde Konstantinopolis’in ele geçirilip yağmalanması ve kısa yaşamlı Doğu Latin İmparatorluğu’nun kurulması.
İ.S. 1206-1227, Cengiz Han’ın yönetim dönemi
İ.S. 1254; Avrupa’da imparatorluğun çökmesiyle, Papalığın, Latin Hristiyanlık dünyasının evrensel hükümeti olduğunu ileri süren tek kurum olarak kalışı.
İ.S. 1300’den sonra, Japonların geniş çaplı denizcilik eylemlerine girişmeleri.
İ.S. 1300’den sonra, Cermen ve Frank şövalyelerinin, Baltık ve Doğu imparatorluklarını kurup, ticaret etkinliklerine girişmeleri
İ.S. 1337-1453, Yüzyıl Savaşları, İngiltere ile Fransa arasında, kiralık askerlerle yürütülen her yeri yakıp yıkıp yağmalayıcı savaşlar.
İ.S. 1347-1351, Avrupa’7a Veba salgını
İ.S. 1300, Rönesans’ın İtalya’da biçimlenmeye başlanışı.
İ.S. 1354, Türkler’in Çanakkale Boğazı’nı geçip Gelibolu Yarımadasını ele geçirerek, Avrupa’ya adım atmaları.
İ.S. 1389, Kosova Savaşı’nda Sırpları yenen Türklerin Balkanlarda askeri üstünlüğü ele geçirmeleri.
İ.S. 15. yüzyıl İnkalar’ın And Dağları’ndaki merkezlerinde yayılan imparatorluklarının Peru’da merkezi bir rejim kurması.
İ.S. 1417, Papalık monarşisinin Konstanz kurultayında onaylanmasıyla Protestan-Katolik ikililiğinin azaltılması
İ.S. 1430, Çinlilerin denizlerden çekilmesiyle Japonların Güneybatı Pasifik’te deniz üstünlüğünü ele geçirmeleri.
İ.S. 1453, Konstantinopolis’in Türklerin eline geçmesi, bunun üzerine, Rusların Ortodoks kiliselerinin Hristiyanlığın son kalesi olduğuna inanmaları,
İ.S. 1480 Moskova, Dükü III. İvan’ın Altınordu egemenliğini tanımayıp, “Çar” sanını alarak bağımsızlığını ilan edişi.
İ.S. 1492, Kolomb’un okyanusu aşması
İ.S. 1492, Müslüman Faslıların Avrupa’daki son kalesi Grenada’nın alınışı, bu olayla Hristiyan haçlı ruhunun körüklenmesi
İ.S. 1500, İtalyan Rönesansı’nın doruğuna ulaşması
İ.S. 1500’den sonra, Avrupa’nın deniz üstünlüğü kurması
İ.S. 1500-1650, Avrupa’da fiyatların hızla yükseldiği “Fiyat Devrimi”
İ.S. 1500-1700 arası milyonlarca kilometrelik ülkeninmilyonlarca insanın islam yönetimine sokulmasıyla İslam tarihinin en parlak dönemi
1508 Şah İsmail’in Bağdat’ı fethetmesi
1509 Portekizlilerin İslam filosunu Umman Denizi’ndeki Diu limanı açıklarında yenilgiye uğratmaları ve Hint Okyanusu’nda üstünlük kurmaya başlamaları,
1511, Akdeniz’de, Türk İspanyol ve Portekiz güçleri arasında uzun deniz savaşlarının başlayışı.
1512-1520, Yavuz Sultan selim yönetimi dönemi
1513, İlk Portekiz tacirin Güney Çin kıyılarına gelmesi
1514, Şah İsmail yanlılarının Anadolu’da büyük bir ayaklanmayı kışkırtmaları,
1514, Çaldıran savaşında Şah İsmail’in yenilgiye uğratılması
1515, Portekizlilerin Hürmüz Adası’nda üs kurmaları
1517, Luther’in Wittenberg’deki Kilisenin kapısına 95 maddelik tezini asmasıyla Protestanlık hareketinin başlaması.
1520-1566, Kanuni Sultan Süleyman yönetimi dönemi
1521, Cortez’in yeni Dünya’nın hazinelerinin kapısını (İspanyollara) açması,
1526, Mohaç Savaşı’nda Türkler’den kaçan Macar kralının ölmesiyle, V. Karl’ın Bohemya ve Macaristan taçlarını ele geçirmesi.
1526, Timur soyundan gelen Babür’ün Hindistan’ı ele geçirmesiyle, Babür İmparatorluğunun kurulması.
1534, İngiltere’nin Papalık ile ilişkilerini koparması, İngiltere kilisesinin yavaş yavaş Protestanlığı benimsemesi
1534-1603, İngiltere’de Tudor hanedanı yönetimi ve bölük pörçük reformlar dönemi
1536, Fransa kralının, Habsburg gücüne karşı, Osmanlı imparatoruyla imzaladığı ittifak anlaşması.
1552, Korkunç İvan’ın Altınordu Hanlığı başkenti Kazan’ı ele geçirişi, bunu izleyen dört yıl içinde Aşağı Volga bölgesinin fethini tamamlaması.
1560, İspanyolların, İtalya’yı istila edip, papalık topraklarını ele geçirip, Reform karşıtı harekete izin vermemeleri; bunun üzerine, Papaların Hasbburglular ile işbirliğine girişimleri.
1568-1609, Felenekler’in İspayol yönetimine karşı ayaklanmaları
1580-1640, İspanyolları Portekiz’i ve imparatorluğunu kendi imparatorlularına katmaları
1587-1629, Safevi devleti yöneticisi Büyük Şah Abbas yönetimi dönemi
1590, dolayları mikroskopun icadı.
1598, İspanyol üstünlüğü döneminin başlayışı
1600, denizlerde yeni bir güç dengesiyle, Hint Okyanusu’nda İspanyol ve Portekiz gemilerinin yerini Felemenk, İngiliz, Fransız gemilerinin alışı
1600, Felemenk Doğu Hindistan Kumpanyası’nın kurulması
1600’den sonra, İngilizlerin Hint Okyanusu’nda ticaret etkinliklerine başlamaları
1601, İngiliz Doğu Hindistan kumpanyası’nın kurulması
1608, bir Polonya ordusunun Moskova’yı ele geçirip bir kukla yönetim kurması
1608 dolayları, teleskopun icadı
1618-1648, Otuz Yıl Savaşları
1620, ingilizlerin Massachussets kolonisini kurmaları
1626, Felemenkler’in New York’ta koloni kurmaları
1636, Japon hükümetinin, kendi iç sorunlarından dolayı açık deniz gemiciliğini uyruklarına yasaklaması
1638, Japonya’nın kabuğuna çekilme politikası
1640’lar, İngiliz, Fransız ve Felemenk girişimcilerinin, şekerkamışı ticaretini Portekizlilerin ve İspanyolların elinden alıp başı çekmeleri,
1642-1648, İngiliz iç savaşları
1648, Westphalia Antlaşması, bunun sonucunda İtalya’nın ve Almanya’nın bölünmesi ile ortaya çıkan küçük devletlerin, duruma göre Fransa’nın yanında ya da karşısında yer almaları.
1648, Fransız üstünlüğünün başlaması
1648, İngiltere’de Parlamento egemenliğinin kurulması
1648-1715, XVI. Louis yönetimi dönemi
1648-1789, Avrupa’nın Eski Rejim ve kolonici yayılma dönemi
1649, İngiliz kralı I. Charles’in idamı
1653-1689, Fransa’nın rakipleri karşısında kesin üstünlüğe sahip olduğu dönem
1688, İngilizlerin İspanyol armadasına karşı zafer kazanmaları
1689, Petro’nun Avrupa gezisi dönüşü, geniş çaplı reform hareketlerini başlatması
1696, Petro’nun Türklere karşı başarısı
1700-1721, Petro’nun İsveçlileri yenilgiye uğratabilip, Finlandiya Körfezinde denize açılabilmesi
1701-1714, İspanyol Taht Savaşları sırasında, Avusturyalıların, İspanya’nın bölüşülmesinde en büyük parsayı toplamaları
1707, Kok kömürü yapma yöntemlerinin bulunuşuyla, demir cevherini eritmede kömürden yararlanma olanağının doğuşu
1740-1786, Büyük Frederick (II. Frederick) yönetimi döneminde, Prusya’nın Avrupa’nın büyük güçlerinden biri durumuna gelmesi.
1745, Abdül Vahab’in Arabistan’da Vahhabiliğin ilkelerini oluşturması
1756-1763, Yedi Yıl Savaşları 1762, bir Alman prensesinin kocasının öldürülmesi üzerine, II. Katerina adıyla Rusya imparatorluğu tahtına çıkması.
1763, İngiltere’nin Hindistan, Kanada gibi denişaşırı ülkelerde kesin zafer kazanması.
1768-1774, Rusların Osmanlı ordularını ağır bir yenilgiye uğratmaları ve Küçük Kaynarca Anlaşması’nın yapılması.
1772, Polonya’nın ilk bölüşülmesinde Prusyalılar ve Avusturyalılar, Türkler karşısındaki ilerleyişini durdurmak için Rusya’ya sus payı olarak Polonya’nın büyük bir parçasının işgaline izin vermeleri.
1774, Safevi imparatorluğunun dağılması
1774-1778, İspanya’nın Amerika limanlarının kıyı ticaretini yasaklayıp, kolonilere yapılan dışsatımları ve iç alımları Cadiz kentinden tekelci bir tutumla düzenlemesi
1775-1783, Amerikan bağımsızlık savaşı
1789, 1 Mayıs, Etats-Generaux’un toplanması
1789, 14 Temmuz, Kralın Ulusal Meclis’i kaldıracağı söylentisi üzerine, halkın Bastille’e saldırması
1789, 4 Ağustos, Ulusal Meclis’in feodal hakları kaldırarak köylü çoğunluğunu Devrim Safhalarına çekmesi.
1791, Yeni Fransız anayasalarının hazırlanması
1793, Polonya’nın ikinci bölüşülmesi
1794, Robespierre’in öldürülmesi
1795, Polonya’nın üçüncü bölüşülmesi, ile Rusya sınırlarını, batıda Vistül Irmağı’na kadar genişlemesi
1799, Napoleon’un bir darbe ile iktidara getirilişi
1803, Sırpların Osmanlı’ya başkaldırması,
1807, İlk buharlı geminin Robert Fulton tarafından yapılması
1812-1815, Napoleon’un Avrupa devletleri koalisyonunca yenilgiye uğratılması
1815, Viyana Konferansı, sonucu barış anlaşmasının yapılması
1821-1830, Yunan devrimi
1830, Cezayir’in Fransızlarca işgali
1833, Köleliğin, Büyük Britanya’nın yönetimindeki tüm ülkelerde kaldırılması
1839-1841, Afyon Savaşı
1839, Tanzimat Fermanı’nın ilanı
1840, posta sisteminin Büyük Britanya’da kuruluşu
1840’lar demiryolları ağı yapımının başlayışı
1847, Liberya’nın Amerika’dan eski yurtlarına dönen eski kölelerce, Birleşik Devletler anayasasına benzeyen bir anayasa sahip bir cumhuriyet olarak kurulması
1848 devrimleri
1848, Marx’ın gittikçe yoksullaşan proleter kitlelerin bir devrimle toplumsal sorunu çözecekleri düşüncesini ortaya atması.
1848-1852, Fransa’da, III. Napoleon’un devlet başkanlığında cumhuriyet dönemi
1854, Japonya’nın kabuğuna çekilme politikasını bırakıp dışa açılmak zorunda kalışı.
1854, Kırım Savaşı’nda Fransa’nın ve Britanya’nın Ruslara karşı Türklerin yardımına koşup, Rusların Kırım’da yenilgiye uğratılması
1856, Islahat Fermanı’nın ilanı
1859, İtalya’nın Kont Cavour’un çabalarıyla birleştirilmesi
1859, Darwin’in canlıların evrimi kuramını ortaya atması
1861-1865, Amerikan iç savaşı
1863, ABD’de köleliğin kaldırılması
1869, Süveyş Kanalı’nın açılışı
1870-1871, Prusya’nın Fransa’yı yenilgiye uğratması
1871, Almanya’nın, Bimarck’ın çabalarıyla birleştirilmesi
1878-1908, Abdülhamid II’nin iktidarı dönemi
1885, Hindistan Ulusal Kongresi’nin (Kongre Partisi’nin) kurulması
1888, köleliğin Brezilya’da kaldırılması
1889, İkinci Enternasyonal’in kuruluşu
1889, Japon İmparatoru Meiji’nin Bismarck Almanyasını örnek alan bir Anayasa çıkarması; Diyet’in kurulması
1893, Havai Adaları’nın ABD topraklarına katılması
1900, Batılı devletlerin gönderdikleri uluslararası birliğin Pekin’i ele geçirmesi
1901, Avusturya’nın İngiliz Uluslar Topluluğu’nun kendi kendini yöneten dominyonu olması
1903, Sibirya’yı aşan demiryolunun tamamlanması
1904-1905, Rus-Japon savaşı beklenmeyen sonuçla Japonların yenmesi
1905, Hindistan Müslüman Birliği’nin kurulması
1906, Rusya’nın, parlamenter organa sahip olması
1908, Jön Türkler’in iktidara ortak olmak isteğiyle, Abdülhamid’i deviren darbeyi gerçekleştirmeleri
1910, Japonların Kore kralını indirip, Kore Yarımadası’nı ülkelerine katmaları
1912, Mançu hanedanının yakılıp, Çin Cumhuriyetinin kurulması.
1912-1913, Balkan Savaşları ile Balkanlardaki toprakların kaptırılması
1914, Berlin-Bağdat demiryolunun başlaması.
1914, Panama Kanalı’nın açılması
1914-1919, Birinci Dünya Savaşı
1915, Japonlar’ın, Çin’deki özel ayrıcalıklarını, öne sürdükleri “Yirmi Beş İstek” ile artırmaya kalkmaları.
1917, 6 Nisan, ABD Kongresi’nin Almanya’ya savaş ilanı,
1917, Kasım, İkinci bir devrimci hükümet darbesinin Sosyal Demokrat seçilmesi,
1918, Ekim, Alman ve Avusturya hükümetlerinin Başkan Wilson’un barışın dayandırılacağı “On Dört Nokta”sını kabul etmeleri.
1918-1920, Rusya’da ve Rusya’nın sınır ülkelerde iç savaş
1919, Paris Barış Konferansı’nın Rusya’daki durumu ele almaya kalkmayıp, savaşı yitiren Almanya, Avusturya ve Osmanlı hükümetlerine barış koşullarını zorla kabul ettirmeleri.
1919, barış antlaşmasının, Arap dünyasının zengin ve kalabalık bölgelerini Fransız ve İngiliz koloni yönetimlerine bırakması
1921, Çin Komünist Partisi’nin kurulması
1922, Faşizmi İtalya’da iktidara getiren hükümet darbesi
1922, Lenin’in “Yeni Ekonomik Politikası”nı (NEP) ilan etmesi
1923, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması
1925, Rıza Pehlevi’nin İran’da iktidarı ele geçirip, Mustafa Kemal’inkine benzer bir laik reform hareketini başlatması.
1925, Abdülaziz İbni Suud’un Arabistan Yarımadası’nı fethedip, Mekke’nin ve Medine’nin denetimini eline geçirmesi
1929, New York borsasının çökmesiyle ABD’de 1920’lerin hızlı ekonomik gelişmesinin sona ermesi
1930’lar, Japon yayılmasının yeniden canlanışı
1030’lar, Amerikan Başkanı Franklin D. Roosevelt’in “New Deal” politikası
1931, Japonların Mançurya’yı istila etmesi
1932, Irak’ın formal olarak bağımsızlığını kazanması
1933, New Deal politikasının başlatılması
1933, Haziran, Hitler’in iktidara gelmesiyle Almanya’nın köklü bir rejim değişikliği geçirmesi.
1934, Etiyopya’nın 1896 yenilgisinin öcünü almak isteyen İtalya’nın saldırısına uğrayıp, uçakların ve zehirli gazların yardımıyla İtalya emperyalizmi altına sokuluşu
1938 Eylül, Çekoslovakya’nın Almanların yaşadığı bölgelerinin Almanya’ya geçirilmesi
1939, 1 Eylül, Hitler’in Polonya’ya saldırması
1939-1945, İkinci dünya Savaşı
1940 ilkbaharı, Almanların Danimarka’yı ve Norveç’i ele geçirmeleri
1941, 22 Haziran, Hitler’in savaş duyurusunda bulunmadan Rusya’ya saldırması
1942, Kasım’ı 1943 Şubat’ı, Ruslar’ın Almanlar’ı geri püskürtmeleri
1943, Temmuz’u, Mussolini’nin, İngiliz-Amerikan birliklerinin İtalya’ya çıkmasıyla iktidardan düşmesi, İtalya’nın savaştan çekilmesi.
1944, 6 Haziran, İngiliz-Amerikan birliklerinin Normandiya çıkartması
1945, 1 Mayıs, Hitler’in kendini öldürmesi, Alman başkomutanlığının teslim belgesini imzalamaları.
1945, Hiroşima’ya ve Nagazaki’ye atom bombalarının atılması
1946, Türkiye’de çok partili hayata geçiş
1947, İsrail Yahudi devletinin kurulması
1947, Hindistan’ın İngiltere’den çekilmesi
1947, Birleşmiş Milletler’in Filistin’in Araplar ve Yahudiler arasında bölüştürülmesi, kararı
1947, Truman Doktrini
1948, Ghandi’nin öldürülmesi
1948 (ve 1956, 1967, 1973) Yahudi-Arap savaşları
1949, NATO’nun kurulması
1949, Komünistlerin, Kuomingtang’a karşı kesin zafer kazanıp Çin’in yönetimini ele geçirmeleri
1949, ilk Rus atombombası denemesi
1950, Kuzey Kore komünist yönetiminin Güney Kore’ye saldırmasıyla Kore Savaşı’nın çıkışı
1953, Kore Savaşı’nda ateşkes
1953-1954, Rusların, Amerika’dan birkaç ay sonra hidrojen bombalarını patlatmaları
1954, Vietnam’ın Fransız egemenliğinden kurtulması
1956, Macarların ülkelerindeki komünist rejime başkaldırmaları
1956, Süveyş bunalımı
1957, Gana’nın bağımsızlığını kazanan ilk Afrika kolonisi olması
1957, Rusya’nın uzaya uydu gönderen ilk ülke oluşu
1957, Roma Andlaşması ile AET’nin kurulması
1958, Suriye ile Mısır’ın birleşmesi
1961, Suriye’nin Birleşik Arap Cumhuriyeti’nden ayrılması
1962, Fransa’da halkoyu yoklamasının Cezayir’e bağımsızlıktan yana sonuç vermesi
1962, ABD Küba’daki füzelerin çekmesini istediğinde SSCB’nin üçüncü dünya savaşı korkusuylabu isteğe uyuşu
1964, Vietnam’da Amerikan askeri etkinliklerinin başlayışı
1966, De Gaulle Fransası’nın NATO’dan çekilerek mutlak egemenlik hakkını elinde tutmayı seçmesi.
1967, İsrail ile Arap devletleri arasında Ekim Savaşı
1969, ABD uzay gemilerinin ay’a inip dönmeyi başarmaları
1970, Sovyetler Birliği’nin ticaret ve yatırım olanakları yolunda Federal Almanya ile görüşmelere başlaması
1973, Ocak, İngiltere, İrlanda ve Danimarka’nın Avrupa Topluluğu’na tam üye olmaları
1973, İsrail ile Arap devletleri arasında Ramazan Savaşı; petrol ambargosu ve ardından petrol fiyatlarının yükselmesi.
1975, Yumuşamanın göstergesi olan Helsinki Anlaşması
1978, Çin Halk Cumhuriyeti’nde Deng Şaoping’in önderliğinde ekonomik reformların başlaması.
1979, Mısır ile İsrail arasında Camp David Andlaşması’nın imzalanması
1979, İran’da Ayetullah Humeyni önderliğindeki İslamcıların bir devrimle yönetimi ele geçirmesi
1979, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal etmesi
1980-1988, İran-Irak savaşı
1981, Ocak, Yunanistan’ın AT’ye tam üye olması
1985-1991, Ülkesinde glasnost ve perestroika’yı uygulamaya çalışacak olan Michael Gorbachev’in başkanlık süresi
1986, Ocak, İspanya ve Portekiz’in AT’ye tam üye olması
1987, Temmuz, Avrupa Tek Senedi’nin (Single Act) kabul edilmesi
1988, Nisan, Türkiye’nin AT’ye tam üyelik başvurusunda bulunması
1989, Doğu Avrupa’da marksist ekonomilerin çökmesi
1989, Kasım, Berlin Duvarının yıkılması
1990, Sovyetlerin dağılması ve Soğuk Savaş’ın sona ermesi
1990, Ağustos, Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesi
1990, Ekim, Almanyaların birleşmesi
1991, Aralık, Bağımsızlık Devletler Topluluğu’nun kurulması
1995, Ocak, İsveç, Finlandiya ve Avusturya’nın Avrupa Birliğine tam üye olmaları
1996, Ocak, Dayton Barış Andlaşması ile Bosna Savaşı’nın sona ermesi…