Archive for the ‘turk’ Category

Telekomünikasyon sektörünün önde gelen isimlerinden Türkiye’nin en büyük 300 firması arasına girmeyi başaran Emin Korur Kalender, istihdam için bilişim reformu önerdi.

Bacasız sanayiinin yıldız ismi – 17 / 07 / 2007 12:50

Siyasi partiler günümüzün en hızlı gelişen sektörlerinden bilişim ve telekomünikasyon alanına da duyarsız kalmıyor. Cumhuriyet Halk Partisi tarafından İstanbul 1. Bölge’den milletvekili adayı olan Emin Korur Kalender, partisinin komple bir bilişim reformu planladığını belirtti.

20 milyar dolarlık hacme sahip telekomünikasyon sektöründe, kendi kurduğu şirketle Türkiye’nin en büyük 300 firması arasına girmeyi başaran Emin Korur Kalender, bilişim ve telekomünikasyon sektöründeki deneyimini siyasete taşıyor. 2002 yılında CHP İstanbul İl Başkan Yardımcısı olan Kalender, CHP İstanbul Bilgi Teknolojileri ve Bilgi Toplumu Oluşturma Grubu’nu kurarak gençliğin bilişim teknolojilerinden daha fazla tanışması yönünde projeler yürüttü. Kendi alanındaki geleceğe yönelik projeleri ve uzmanlığı ile dikkat çeken Kalender, 22 Temmuz seçimlerinde CHP İstanbul 1. Bölge Milletvekili adayı olarak gösterildi.

HİNDİSTAN’IN SİLİKON VADİSİ GİBİ TÜRK TEKNOLOJİ ÖBEKLERİ
CHP’nin telekomünikasyon konusundaki politikalarının geliştirilmesine katkı sağlayan Kalender, bilişim sektörünü çok büyük bir istihdam alanı haline getirmeyi hedefliyor. Çin ve Hindistan gibi Avrupa bilişim pazarlarına açılmak isteyen dev Asyalı firmaların Türkiye’yi üs yapmasıyla binlerce kişiye istihdam imkanı sağlanacağını savunan Kalender, bu konuları da içine alan CHP’nin bilişim programındaki Türk Teknoloji Öbekleri programının hazır olduğunu anlattı. Buna göre Hindistan’daki yazılım üssü Silikon Vadisi gibi bilişim teknolojilerine her alanda büyük yatırımlar yapılacak.

BACASIZ SANAYİ TESİSLERİ KURULACAK
Ayrıca projenin eğitimde bilgi teknojilerinin daha yaygın kullanılmasını öngören ve bir bilgi toplumu oluşturulmasını hedef alan ayakları olacak. Ayrıca e-devlet projesi tamamlanacak. CHP’nin bilgi teknolojilerine en önemli yatırımı ise ARGE çalışmaları alanında olacak. Şu anda ARGE için bütçeden ayrılan binde 6’lık pay 5 yıl içinde 4 katına çıkartılacak.

Kalender’e göre Hindistan’da başarıldığı gibi gerekli alt yapı çalışmalarının sağlanmasıyla Türkiye’de de bu büyük bilişim reformunun gerçekleştirilmesi mümkün. Bu amaçla bilgi teknolojileri okullarında gerekli işgücü eğitilecek. Bilişim firmalarına teşvik verilecek. İşsiz üniversite mezunlarına hızlandırılmış kurslar verilecek.

HER SINIFA İNTERNET, MOBİLDE GENİŞ BANT
Türk Teknoloji Öbekleri Projesi çerçevesinde her sınıfa internet bağlanması planlanıyor. Görev geldiği takdirde bu projelerin geliştirilmesi ve takip edilmesi için zevkle çalışacağını belirten Kalender, Türkiye’nin mobil sektörde görüntülü görüşme devrine çoktan geçmiş olması gerektiğini hatırlattı. 3G teknolojileri olarak bilinen bu döneme geçilmesi için gerekli çalışmaları hızlandıracaklarını belirten Kalender, hedeflerinin komple bir bilişim reformu olduğunu söyledi.

TÜRKİYE FİBER OPTİKLE SARILACAK
Kalender’in Türkiye için olmazsa olmazlarından biri de ülkenin her yanına, hiçbir kayba neden olmadan iletkenliği sağlayan fiber optik kabloların döşenmesi. Fiber optik kabloyla şehirlerin birbirine bağlanması sayesinde Wimax gibi geleceğin teknolojilerinin alt yapısı kurulacak. Wimax, tüm bir kente aynı anda mobil iletişim, internet ve tv yayınlarının aynı anda verilmesini sağlıyor. Telekomünikasyon konusunda hem ticari olarak hem de ülkenin geleceğe hazırlanmasında kendini çalışmaya adayan Kalender, seçilmesi durumunda tüm bunların takipçisi olacağını belirtiyor.

İLETİŞİMDE DOLAYLI VERGİLER KALDIRILACAK
E. Korur Kalender’in önemli bir hedefi de iletişimdeki dolaylı vergilerin kaldırılması olacak. Bu amaçla partisinin kendisine yeterli desteği verdiğini belirten Kalender, bu konuyu kişisel olarak gündeme getireceğini belirtti. Kalender, telekomünikasyon konusundaki sorunların çözülmesi için önerisi olan Telekomünikisayon Kurumu’ndaki tüm bürokratların önünü açacaklarını, ordaki son derece başarılı kişilerden istifade edeceklerini de söyledi.

HEM ESNAFI HEM TÜKETİCİYİ TEMSİL EDİYOR
1994 yılında telekomünikasyon sektöründe tüm Türkiye’de dağıtım yapan ilk firmasını kuran Kalender, eş zamanlı kurulan diğer firması ile perakende satışa yönelik mağazalar zincirini oluşturdu. 2001 yılında uluslararası ticaret yapan firma ile 20’den fazla ülkeyle ticaret yaptı. Kalender, 1999 yılında telekomünikasyon sektörüne yol göstermek için kurulan MOBİSAD’ın Başkanlığını da yaptı. Ayrıca mobil sektörde tüketicinin haklarını savunan ve standartların AB seviyesine gelmesini sağlayan TEDER’in kuruluşunda yer aldı ve Başkan Yardımcılığını üstlendi.




BALKANLAR, Türkiye’nin önemli bir stratejik ufkunu belirlemektedir. 500 yıllık tarih, bu bölgede yaşayan Müslüman-Türk halklar, milli sınırlarımız, stratejik çıkarlarımız, Balkanlar’ı Türkiye için en önemli dış politika unsurlarından biri haline getirmektedir. Bu yüzden Türkiye’nin bu bölgede aktif olması, barış ve istikrarın korunması için girişimlerde bulunması ulusal politikamızın önemli bir parçasıdır ve öyle olmaya da devam etmelidir. Türkiye bir yandan bölge ülkelerinin bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğüne saygı duymakta, diğer yandan da Balkan ülkeleriyle ikili ilişkilerini geliştirmeye çalışmaktadır.
Balkanlar Türkiye’nin Avrupa’ya açılan kapısıdır: Türkiye’yi Avrupa’ya bağlayan, ticari akışın sağlandığı otoyollar ve tren hatları Balkan ülkelerinden geçmektedir. Ayrıca Avrupa’dan Türkiye’ye kara yoluyla gelen turistler de Balkanlar üzerinden geçmektedir. Bu yüzden Balkan ülkelerindeki sorunlar, Türkiye’yi doğrudan ilgilendirmektedir.
Balkanlar’da çok sayıda soydaş ve dindaşımız vardır: Türkiye ve diğer Balkan ülkelerinin halkları arasında önemli bağlar mevcuttur. 500 yıllık ortak yaşamdan kaynaklanan bu bağlar sonucunda çeşitli Balkan ülkelerinde kardeş topluluklar oluşmuştur. Bu topluluklar sadece soy ve din olarak değil, yoğun akrabalık bağlarıyla da Türkiye’ye bağlıdırlar. Çeşitli dönemlerde Balkanlar’da ortaya çıkan etnik sorunların ardından, Türkiye’ye çok sayıda göç olmuştur. Nitekim Türkiye’de Balkanlar’dan göç etmiş, akrabalarını orada bırakmış birçok Türk ve Müslüman yaşamaktadır.
Balkanlar’la ortak coğrafya ve tarihi paylaşmaktayız:
Türkiye Balkan yarımadasının Meriç Nehri’ne kadar olan bölümüne sahip olması sebebiyle bir Balkan ülkesidir. Balkan yarımadasında bugünkü topraklarımız fazla bir yüzölçümü oluşturmasa da, 500 yıldan fazla bir süre, Balkanlar’ın neredeyse tamamı Osmanlı İmparatorluğu’nun kontrolünde olmuştur. Osmanlı mimarisi, yönetimi, geleneği, kültür ve sanatı bölgede hakim unsurlardan biridir.
Balkanlar stratejik öneme sahiptir: Balkanlar, belirli bir dönem boyunca Türkiye’yi koruyan bir savunma kalkanı görevi görmüştür. Özellikle Türk-Rus Savaşları’nda bu kalkanın önemi daha çok ortaya çıkmıştır. Nitekim Mustafa Kemal Atatürk de Balkanlar’a büyük bir önem vermiştir. Son dönemlerde dış siyasette yaşadığımız sıkıntıların büyük bir kısmı da Yunanistan gibi Balkan ülkeleriyle olmuştur. Bu yüzden Balkan ülkelerinde meydana gelebilecek siyasi değişimler ve ideolojik gelişmeler, bu ülkelerde Müslüman-Türk azınlıklara karşı yapılan uygulamalar Türkiye’yi birinci dereceden ilgilendirmektedir.
Balkan ülkeleri ekonomik açıdan önemlidir: Balkan ülkelerinin Türkiye’nin dış ticaretinde önemli bir yeri vardır. Özellikle bu ülkelerin AB’ye katılmasının ardından bu önem daha da artacaktır. Bu ülkelerle yapılan ekonomik iş birliği anlaşmaları, enerjiden telekomünikasyona kadar çok çeşitli alanlarda yapılan ortak yatırımlar, Balkan ülkelerini Türkiye’nin ticari ortağı haline getirmiştir.
Türkiye, Balkanlar’ın bu öneminin farkında olarak Güneydoğu Avrupa Ülkeleri (GDAÜ) İş Birliği Süreci ve Güneydoğu Avrupa Çok Uluslu Barış Gücü (GAÇBG) gibi önemli girişimlerin hayata geçirilmesinde önemli rol oynamıştır. Bu sayede bölgede kalıcı bir barışın sağlanmasını arzulamaktadır. Yine bu amaçla Güneydoğu Avrupa İstikrar Paktı (İP) ve Güneydoğu Avrupa İş Birliği Girişimi (SECI) gibi platformlarda aktif olarak çalışmalar yürütmektedir.
Türkiye, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Makedonya Cumhuriyeti, Romanya, Yugoslavya Federal Cumhuriyeti ve Yunanistan’ın tam, Hırvatistan’ın da gözlemci üye olarak katıldığı Güneydoğu Avrupa Ülkeleri (GDAÜ) İş Birliği Süreci, bölge ülkelerinin kendi aralarındaki iş birliğini geliştirme ve Güneydoğu Avrupa’ya kalıcı istikrar getirme amacıyla kurulmuştur. Uluslararası toplumun Balkanlar’daki sorunları çözmek için geliştirdiği Güneydoğu Avrupa İstikrar Paktı (İP) da Türkiye tarafından güçlü bir şekilde desteklenmektedir. Romanya, Bulgaristan gibi ülkelerin kısa süre sonra NATO üyesi olacak olmaları, ayrıca Balkan ülkelerinin neredeyse tamamının AB’ye kabul edilme aşamasında olmaları, hem askeri hem de ekonomik açıdan Türkiye’nin bu ülkelerle aynı ittifakların içinde yer almasının yolunu açmıştır.
Bu örneklerden de anlaşılacağı gibi, Türkiye, Balkanlar’ın stratejik ve ekonomik öneminin farkındadır. Ayrıca bölgenin kalıcı barış, huzur ve refaha kavuşması için önemli adımlar atmaktadır. Ancak bütün bu alanlarda yapılan girişimler, sosyal ve kültürel alanda yapılması gereken faaliyetlerle gereği gibi desteklenememektedir. Bilindiği gibi günümüzde hızla azalmakla birlikte, bazı Balkan ulusları arasında Türkler’e karşı ön yargılı bir yaklaşım vardır. Osmanlı’nın bu topraklardaki tarihi hakkındaki yanlış bilgilendirmeden kaynaklanan bu ön yargılar, Türkiye’ye ve Türklüğe yönelik yersiz ve haksız bir tavra neden olmuştur. Aynı şekilde Türk olmayan Müslüman toplumlar da çeşitli baskı ve zorluklarla karşılaşmışlardır. Türkler hakkında bu tür yanlış duygulara sahip ulusların kalbini kazanacak, yerleşik ön yargıları değiştirecek kültürel ve eğitici faaliyetler yapmak, Türkiye’nin Balkan politikasında önemli bir yer tutmalıdır.
Yunanistan’la yaşanan sorunların bir an önce çözüme kavuşturulması, Sırbistan’la yeni yeni kurulan ilişkilerin hızla iyileştirilmesi bölgede daha sıcak ilişkilerin kurulmasına ve olumsuz propagandaların sona ermesine yol açacaktır. Balkanlar’da yaşayan çok sayıdaki Müslüman-Türk azınlığın sıkıntılarını gidermek, onların bulundukları ülkelerde bütün haklardan ve imkanlardan faydalanmalarını sağlamak da bu politikanın önemli unsurlarından biri olmalıdır.
Kültür Bakanlığımız’ın girişimlerinin çapı genişletilmeli, Balkanlar’da Osmanlı’dan kalan eserlerin envanteri çıkartılmalı, bunların içinde uygun olanlar süratle restore edilmelidir. Ayrıca bölgeye has Osmanlı gelenekleri, el işçiliği, halk edebiyatı canlandırılmalı, azınlıkların yoğun oldukları bölgelerde kültür merkezleri ve temsilcilikler kurulmalıdır. Böylece Balkanlar, bütün dünyaya örnek teşkil edecek bir barış ve istikrar bölgesi haline gelecektir.

SON yıllarda Balkanlar’da bazı ülkelerin sınırları ve yönetim şekilleri değişmiş, yeni anlaşmalar yapılmış, yeni stratejik-ekonomik ortaklıklar kurulmuştur. Bu önemli değişimler, Balkan ülkelerinde yaşayan Müslüman-Türk azınlıkları derinden etkilemiş, kimi ülkelerde bu halkların varlığını tehlikeye düşürmüş, onları korkunç “etnik temizlik” girişimlerinin hedefi haline getirmiştir. Bosna-Hersekli Müslümanların ve Kosovalı Arnavutların maruz kaldıkları radikal Sırp saldırganlığı, bu trajedilerin en büyük iki örneğidir.
Son dönemde meydana gelen değişimlerin önemli bir yansıması olarak, Türkiye’nin, Balkan ülkeleriyle ilişkilerinin geleneksel yapısı da değişime uğramıştır. Bu ülkelerin son yıllarda yaşadığı değişimi ve Müslüman-Türk azınlıkların durumunu yakından incelemek, konuyu daha iyi kavramamıza imkan verecektir.

Yunanistan
Yunanistan, Balkan ülkeleri içinde, Türkiye açısından ayrı bir konuma sahiptir. İki ülke arasında, 1920 yılında yaşanan savaştan sonra hiçbir çatışma yaşanmamasına, onlarca yıldır aynı ittifakların içinde bulunulmasına rağmen, kronikleşmiş bazı sorunlar vardır. Ve bu sorunlar günümüzde de herhangi bir çözüme ulaşamamıştır. İki komşu ülkenin arasındaki sorunların çözülmesi, hem bu ülkeler hem de bölge için gereklidir.
Önce iki ülkenin ilişkilerinin tarihçesine bakalım. Osmanlı Devleti 1354 yılında Gelibolu’ya yerleşmiş, 1362’de Edirne’yi, kısa süre sonra da Gümülcine, Serez, Drama ve Kavala’yı topraklarına katmış. Bu tarihten itibaren Bizans’ı vergiye bağlamış, sonraki dönemlerde Teselya, Vardar ve Selanik’i alarak günümüz Yunanistanı’nın büyük bir kısmını fethetmiştir. 1453 yılında gerçekleşen İstanbul’un fethi, Bizans’ın sonunu getirmiş, 1461’de Trabzon ve Mora’nın hakimiyet altına alınması, bu sonu kalıcı kılmıştır. İlerleyen yıllarda Ege adaları; 1522’de Rodos, 1566’da Sakız ve Naksos, 1571’de Kıbrıs, 1577’de Sisam, 1699 yılında da Girit fethedilmiştir. Bu hakimiyet 1830 yılında Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasına kadar devam etmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun ılımlı yönetim politikası Yunan halkı için de geçerli olmuştur. Rum-Ortodoks halk, diğer gayrimüslim tebaanın sahip olduğu bütün haklara, ayrıcalık ve imtiyazlara sahip olmuştur. Bu dönemde halk, yerel ve özerk yönetimler kurma hakkına sahip olmuş, birçok bölge vergi muafiyeti altına girmiştir. Encarta Ansiklopedisi’nde Rumların Osmanlı idaresi altında huzur ve barış içinde yaşadıkları şöyle anlatılır:
Osmanlı İmparatorluğu’nun Rum halkları, genel olarak dinsel özgürlük ve hatırı sayılır bir otonomiye sahip olmuşlardır. Ortodoks Kilisesi’nin başı olan Patrik, Osmanlı başkenti olan İstanbul’da yerleşmiştir. Etnik kökenleri ne olursa olsun Ortodoks Hıristiyanların politik ve manevi lideri odur. İstanbul’un Fener semtinden gelen küçük ailelerin üyeleri olan Fener Rumları, Osmanlı sultanının hizmetinde önemli yönetim ve diplomasi mevkilerine sahip olmuşlardır.
Ayrıca, Fatih Sultan Mehmet’in fermanıyla büyük imtiyazlar elde eden Patrik, sadece Rumların değil, Osmanlı topraklarında yaşayan bütün Ortodoksların temsilcisi haline gelmiş, evlilik işlemlerinden miras işlerine, cezai davalardan günlük hayata kadar bütün alanlarda Ortodoksların yöneticisi olmuştur. 18. yüzyılın sonuna gelindiğinde, Patrik, 13 milyon kişiyi bulan Hıristiyan uyruğunun üzerinde yetki sahibiydi ve bu rakam, Osmanlı’nın bütün uyruklarının dörtte birini oluşturmaktaydı.
Osmanlı İmparatorluğu, bugünkü Yunanistan topraklarında yaklaşık 400 yıl hakim olmuş, Selanik, Osmanlı’nın ikinci büyük şehri haline gelmiştir. Başta Fransız Devrimi’yle ortaya çıkan ulusçuluk akımı olmak üzere, çeşitli sebepler sonucu 1814-1820 yıllarında başlayan etnik isyanlar, 1829 yılında Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla sonuçlanmıştır. 24 Temmuz 1923 yılında imzalanan Lozan Antlaşması’na kadar geçen sürede, Yunan tarafı “Megali İdea” politikasını hayata geçirmeye çalışmış, bu amaçla yayılmacı bir politika uygulamıştır.

Megali İdea, kelime anlamı ile “büyük ideal, büyük fikir” demektir. Rigas Pheraios adlı bir Yunanlı tarafından ilk defa 1791 yılında gündeme getirilmiştir. Bu fikre göre, 1453’te Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilen İstanbul tekrar ele geçirilecek, Yunanistan, Girit, Rodos, Kıbrıs, Anadolu, Rumeli, Balkanlar, Yakın Doğu ve Ortadoğu’yu, kısacası Türk topraklarının büyük bölümünü kapsayan ve başkenti İstanbul olan yeni bir “Büyük Bizans İmparatorluğu” kurulacaktır.
Gerçekleşmesi imkansız bir hayal olan bu plan, 19. yüzyılın başından itibaren -o dönemin siyasi koşullarında- taraftar toplamaya başlamış, bu amaçla haritalar hazırlanmış, Rum halkı arasında yoğun bir propaganda ve beyin yıkama çalışması başlatılmıştır. Osmanlı vatandaşı olan Rumlar kışkırtılmış ve bir kısmı Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanmışlardır. 1821’de başlayan Yunan isyanı kısa sürede sonuç vermiş; 1830 yılında dönemin büyük güçleri olan İngiltere, Fransa ve Rusya’nın koruması altında Yunanistan bağımsızlığını ilan etmiştir.

I. Dünya Savaşı’nın ardından Yunan ordularının Anadolu’yu işgali, söz konusu “Megali İdea”yı uygulamak için başlatılmış bir girişimdir. Ancak, elbette, Türk Milleti’nin kahramanca yürüttüğü Kurtuluş Savaşı karşısında başarısızlığa uğramıştır. Kurtuluş Savaşı’nda yaşadığı büyük yenilgi, Yunanistan’ın toprak kazanma hayallerini durdurmuş ve Türkiye ile olan ilişkilerinde yeni bir dönem başlatmıştır.

Mora’da Türklere karşı isyanı gösteren kartpostallar
Lozan Antlaşması’nın ertesinde, Türk-Yunan ilişkilerinde belirgin bir yumuşama dönemi yaşanmış, arada yaşanan sorunlar, görünüşte de olsa, kısa sürede sona erdirilmiştir. Ancak ileriki yıllarda yaşanacak büyük sorunların temeli de bu dönemde atılmış, 30 Ocak 1923 yılında imzalanan Mübadele Anlaşması’nın uygulamaya geçmesi sırasında ortaya çıkan sorunlar, iki ülke arasındaki güvensizliğin yeniden doğmasının da temellerini atmıştır. 1930’dan itibaren başlayan yakınlaşma süreci Venizelos’un Türkiye’ye gelmesi ve tarafların bir Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaştırma ve Hakemlik Anlaşması imzalamalarıyla daha derin bir görünüm kazanmıştır. 1952 yılında iki ülke de NATO’ya katılarak güçlü bir ittifakın içinde yer almış, ortak cephe oluşturmuşlardır. Bu bahar havası, 9 Ağustos 1954 yılında imzalanan Balkan İttifakı’yla devam etmiş ancak 1955 yılında Kıbrıs sorununun ortaya çıkmasıyla, hem Yunanistan-Türkiye ilişkileri bozulmuş hem de Balkan İttifakı sona ermiştir.

Bu tarihten itibaren, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkiler üç temel sorun üzerinde odaklanmıştır. Hiç kuşkusuz bu sorunların en büyüğü, günümüzde de önemi artarak devam eden Kıbrıs sorunudur. Diğer iki konu ise Ege ve azınlıklar sorunlarıdır.

Kıbrıs Sorunu

15. yüzyılın sonlarında Venedikliler Kıbrıs’a hakim olmuş, yaklaşık bir asır boyunca adanın yönetimini ellerinde tutmuşlardır. Venedik idaresi altında Kıbrıs halkı, siyasi, ekonomik ve dini bakımdan büyük baskı görmüş, Kıbrıslı Ortodoks Rumlar mezhep değiştirmeye ve Katolik olmaya zorlanmış, ağır vergiler ve baskılar altında ezilmişlerdir.
Osmanlı Devleti, Doğu Akdeniz’de güvenliği sağlamak için adanın yönetimini üstlenmekten başka bir çare olmadığını görmüş, bu amaçla önce diplomatik girişimlerde bulunmuş, sonuç çıkmayınca da Kıbrıs’a sefer düzenleme kararı almıştır. Ağustos 1571’de Kıbrıs fethedilerek Osmanlı İmparatorluğu’na katılmıştır.
Osmanlı, Rumların üzerindeki ağır baskıları kaldırmış, rahat ve huzurlu bir ortam sağlamıştır. Böylece ada halkı o dönemin şartlarına göre geniş imkanlara, haklara ve özgürlüklere kavuşmuş; kendi kiliselerinde tam bir hürriyet içinde ibadet edebilmiştir. Fetihten sonra, Anadolu’dan göç eden Türkler sayesinde adada belirli bir Türk nüfusu oluşmaya başlamış, bu Türkler Kıbrıs’ın sosyal, kültürel ve ekonomik hayatına önemli katkılarda bulunmuşlardır. Kıbrıs’ta birarada yaşayan Türkler ile Rumlar arasındaki ilişkiler dostluk, beraberlik, barış, yardımlaşma, hoşgörü, saygı, iş birliği, din, inanç ve ibadet özgürlüğü esasları çerçevesinde gelişmiştir.
“Megali İdea” ve “Enosis” ortaya çıkana kadar Kıbrıslı Türkler ve Rumlar örnek bir birliktelik sergilemişlerdir. Adadaki karma köyler bunun açık bir delilidir. Nitekim 1832 sayımına göre adada 172 karma köy, 198 Hıristiyan köyü ve 92 Müslüman köyü vardır.
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ve buna bağlı bazı gelişmeler, Osmanlı Devleti’ni olduğu gibi, Kıbrıs’ı da doğrudan doğruya etkilemiş, Osmanlı’nın bu savaştan yenik çıkması, Çarlık Rusyası’nın yayılmacı siyasetine karşı İngilizlerle iş birliği yapmasına yol açmıştır. 4 Haziran 1878 günü yapılan bir anlaşmayla Osmanlı ve İngiliz devletleri Rusya’ya karşı ortak hareket etme kararı almış, İngiltere’nin verdiği desteğin bedeli ise Kıbrıs olmuştur. Böylece Kıbrıs İngiliz yönetimine bırakılmış ve üç yüzyıldan uzun süren Osmanlı yönetimi sona ermiştir. Her ne kadar yönetim İngiltere’ye bırakılsa da, adanın mülkiyeti Osmanlı Devleti’nde kalmış, aslında Kıbrıs, geçici bir süre için İngilizlere verilmiştir. Ancak, Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakı yönündeki çalışmalar, adanın İngiliz yönetimine geçmesinin ardından hız kazanmış, bu amaçla her türlü yönteme başvurulmuştur.
Adada 1878’den 1960’a kadar süren İngiliz dönemi, Kıbrıslı Türkler açısından zorluklarla dolu olmuştur. Bu dönemin başındaki ve sonundaki nüfus sayımları bunun bir göstergesidir. İngilizlerin geldiği yıllarda adada 45 bini Türk, 137 bini Rum olmak üzere yaklaşık 185 bin kişi yaşamaktadır. Yani Türkler, Rumların üçte biri oranındadır. İngiltere hakimiyetinin sonunda ise, Türkler’in oranı beşte bire kadar düşmüş,22 diğer bir deyişle, adadaki nüfus dengesi Türkler aleyhine bozulmuştur. Bunun başlıca nedeni, saldırılar, ekonomik ve siyasi baskılar sonucunda çok sayıda Türk vatandaşının adayı terk etmesidir.
Bu dönemin önemli olaylarından biri, İngiltere’nin Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nda karşı cephede yer almasını öne sürerek, 1914 yılında Kıbrıs’ı tek taraflı olarak ilhak etmesidir. O tarihe kadar adanın sadece yönetiminden sorumlu olan İngiltere, böylece Kıbrıs’ı tam anlamıyla ele geçirmiş, Osmanlı hükümeti bu gelişme karşısında fazla bir şey yapamamıştır. Rumlar ise İngiltere’nin ilhak kararını sevinçle karşılamışlardır.
Türk Milleti’nin Anadolu’da bağımsızlık mücadelesi verdiği Kurtuluş Savaşı yıllarında Kıbrıslı Rumlar Yunanistan’la birleşmek anlamına gelen, “Enosis” faaliyetlerini sürdürmüş, çeşitli vesilelerle adanın Yunanistan’a bırakılmasını talep etmişlerdir. İngiltere ise bu talepleri her defasında geri çevirmiştir. 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile, Kıbrıs Adası’nın İngiltere’ye ait olduğunu resmen kabul edilmiştir. Ancak bu dönemde adada karışıklıklar başlamış, Enosis yanlılarının yürüttüğü faaliyetler sonucu 1931 yılının Ekim ayında isyan patlak vermiştir. 1931 Rum isyanı İngiliz politikasının sertleşmesine yol açmış, isyana katılmayan Kıbrıs Türkleri de bundan olumsuz etkilenmişlerdir.
1950’li yıllarda kurulan terör örgütü EOKA, fanatik bir Rum milliyetçisi olan Grivas’ın liderliğinde, Kıbrıs’taki eylemlerine 1955 Nisanı’nda başlamış, dört yıl boyunca Türk köylerine saldırılar düzenlemiş, Türkleri göçe zorlamış, çok sayıda terörist eylem gerçekleştirmiştir.
Buna karşın Kıbrıslı Türkler, Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT), Milli Cephe Partisi, Kıbrıs Adası Türk Azınlığı Kurumu, Kıbrıs Milli Türk Halk Partisi, Kıbrıs Türk Kurumları Birliği, Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu ve Kıbrıs Milli Türk Birliği gibi cemiyetlerin çatısı altında varlıklarını koruma mücadelelerini sürdürmüşlerdir.
Şubat 1959’da imzalanan Zürih ve Londra Antlaşmaları ile Kıbrıs Cumhuriyeti’nin temelleri atılmış ve Kıbrıs sorununda yeni bir safha başlamıştır. Kıbrıs Anayasası hazırlanmış, Garanti ve İttifak anlaşmaları yapılmıştır. Bu anlaşmaların Türkler açısından önemi, Türkiye’nin garantörlük hakkını alması, Enosis’in bir süreliğine de olsa önlenmesi ve Kıbrıs Türkleri’nin yeni cumhuriyette eşit ortaklık haklarına sahip olmasıdır. Ayrıca Türkiye (Yunanistan ile birlikte) Kıbrıs’ta küçük bir askeri birlik bulundurma hakkını elde etmiştir.


EOKA lideri Grivas
Kıbrıs Cumhuriyeti 15 Ağustos 1960’da ilan edilmiş, böylece adada İngiliz hakimiyeti sona ermiştir; Yunanistan “Enosis”, Türkiye ise “taksim” tezini geri çekmiş, Kıbrıs Cumhuriyeti’nde Makarios Cumhurbaşkanı, Fazıl Küçük ise Cumhurbaşkanı Yardımcısı olmuştur. Kabul edilen prensiplere göre cumhuriyetin yönetimiyle ilgili olarak bir Yasama Meclisi kurulacak, bu meclisin % 70’i Rum üyelerden, % 30’u Türk üyelerden olacaktı. Cumhuriyet idaresi “Başkanlık” sistemi olup, cumhurbaşkanı Rum, yardımcısı ise Türk tarafından seçilecekti. İdare ve belediyelerde %70-%30 oranı muhafaza olunacak, yüzde yüze yakın Türk ve Rum cemaatlerin oluşturduğu mahallerin idaresi o cemaatin memurlarına bırakılacaktı.
Ne var ki Türk ve Rum taraflardan oluşan cumhuriyetin ömrü kısa olmuş, üç yıl sonra, 1963’te cumhuriyet işlevini yitirmiştir. Makarios’un anayasayı değiştirme, Türkler’e tanınan hakları kaldırma, Kıbrıs Türkleri’ni “azınlık” durumuna düşürme, garanti ve ittifak anlaşmalarını feshetme çabaları cumhuriyetin sonunu getirmiştir. Makarios’un anayasayı değiştirme teklifleri Kıbrıs Türkleri ve Türkiye tarafından reddedilmiştir.

Kanlı terör örgütü EOKA’nın militanları

EOKA ve Rum terör çeteleri, 1963 yılı Aralık ayının son günlerinde Türk cemaatine yönelik “etnik temizleme ve adadan kaçırma” planını uygulamaya koymuş, Rumların saldırıları tarihe “Noel katliamı” ya da “Kıbrıs’ta Kanlı Noel” olarak geçmiştir. Bu acımasız saldırıların sonucunda 18.667 Kıbrıs Türkü yaşadığı 103 köyü terk etmek zorunda kalmıştır. Birleşmiş Milletler raporlarına göre 1964 yılında Lefkoşe’de 39, Girne’de 7, Baf’ta 49, Larnaka’da 21 ve Magosa’da 21 köy zarar görmüştür. 1963 yılında başlayıp 1964’te de devam eden olaylarda 364 Türk öldürülmüştür. Türkiye ve Yunanistan arasındaki görüşmelerden sonuç alınamaması ve Türk köylerinin işgal edilmesi üzerine, TBMM acilen toplanmış, 16 Kasım 1967’de Anayasa’nın savaş ilanına ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yabancı ülkelere gönderilmesine ilişkin 66. maddesine dayanarak Kıbrıs’a müdahale kararı alınmıştır. Ancak Amerika Birleşik Devletleri’nin devreye girmesi ve Yunanistan’ın Türkiye’nin şartlarını kabul etmesiyle, Türk harekatı durdurulmuştur.
1968 yılında adadaki sorunları çözüme kavuşturmak için toplumlar arası görüşmeler başlamıştır. Bu görüşmeler bir neticeye ulaşamamışken, 70’li yılların başlarında beklenmedik bir gelişme yaşanmış, Rum-Yunan cephesi ikiye bölünmüştür. Bir tarafta Yunanlı subaylar Grivas ve Sampson, diğer tarafta ise Makarios yer almıştır. Yöntem konusundaki görüş ayrılıkları nedeniyle ortaya çıkan bu durum, Rum halkını Makariosçular ve Grivasçılar olarak ikiye ayırmıştır. Rum kesimindeki iç çekişme ve mücadele 15 Temmuz 1974’te bir darbe ile sonuçlanmış, Yunanistan’ın desteklediği Rum Milli Muhafız Ordusu Makarios’u devirmiş, terörist Nikos Sampson’u Cumhurbaşkanı ilan etmiştir. Adadaki darbenin amacı, bazı Yunanlı subayların yayın organlarına açıkladığı gibi, kısa bir süre içinde Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanmasıdır.
Türkiye, Garanti Anlaşması’nın dördüncü maddesine dayanarak 20 Temmuz 1974’te tek taraflı olarak Kıbrıs Barış Harekatı’nı başlatmış, 22 Temmuz akşamı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin aldığı ateşkes kararını kabul ederek üç gün süren Birinci Barış Harekatı’nı sona erdirmiştir. 25-30 Temmuz tarihleri arasında Türkiye, Yunanistan ve İngiltere Dışişleri Bakanlarının katılımıyla gerçekleşen I. Cenevre Konferansı, Türk taleplerinin kabul edildiği bir anlaşmayla sonuçlanmış, böylece “adada bir güvenlik bölgesinin kurulması, Rum ve Yunan işgalindeki Türk bölgelerinin derhal boşaltılması, esir durumda olan asker ve sivillerin mübadele edilmeleri veya serbest bırakılmaları, barışın sağlanması ile birlikte anayasaya uygun bir hükümetin yeniden kurulmasının temini, Kıbrıs Cumhuriyeti’nde Kıbrıs Türk Toplumu ile Kıbrıs Rum Toplumu olmak üzere iki otonom idarenin mevcudiyeti” onaylanmıştır.
Ancak bu anlaşma uygulanamamış, yani adada muhtemel bir barış ortamı bir kez daha ortadan kalkmıştır. İşte böyle bir ortamda Cenevre’de düzenlenen İkinci Konferans’tan da (8-13 Ağustos 1974) bir sonuç çıkmaması üzerine, Türkiye, İkinci Barış Harekatı’nı 14-16 Ağustos günleri arasında gerçekleştirmiştir. Böylece günümüzde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti topraklarını oluşturan bölge, Lefke-Lefkoşe-Magosa hattının kuzeyi, yani adanın yaklaşık % 37’si kontrol altına alınmıştır.


1964 yılında da devam eden saldırıların sonucunda 18.667 Kıbrıs
Türkü yaşadıkları 103 köyü terk etmek zorunda kaldı.

Rum terör çetelerinin 1963 yılındaki, Türklere yönelik saldırılarında, Osmanlı döneminden kalma camiler, tarihi eserler tahrip edildi. Resimde yıkılmış bir Türk camisi görülüyor.
EOKA yanlısı Rumlar (sağda)
20 Temmuz müdahalesi ile Yunanistan’daki askeri cunta istifa etmiş ve sivil bir hükümet kurulmuştur. Eski Yunan politikacılarından Konstantin Karamanlis, sürgünde olduğu Fransa’dan gelerek Yunanistan’ın başına geçmiş ve 20 Temmuz Yunanistan’da demokrasinin yeniden uygulanmaya başladığı tarih olmuştur. Aynı şekilde Kıbrıs’ta 15 Temmuz darbesinin sonucu olarak başa geçen Nikos Sampson çekilerek yerine Klerides getirilmiş ve darbecilerin Rum toplumu içinde egemenliklerini sürdürmeleri engellenmiştir.
20 Temmuz’la Türkiye, 1963 olaylarından beridir savunduğu federasyon tezinin gerçekleşmesine olanak sağlamış; eşitlik, BM kararları ile kabul edilmiştir. 20 Temmuz Barış Harekatı’nın sonucu olarak, NATO çatısı altında iki müttefik üye olan Türkiye ve Yunanistan karşı karşıya gelmiş ve sonuçta Yunanistan, NATO’nun askeri kanadından çekildiğini açıklamıştır. Yine harekatın başka bir sonucu olarak, Türkiye ile ABD de karşı karşıya gelmiş ve ABD kendi müttefiki Türkiye’ye karşı uzun süre askeri-ekonomik ambargo uygulamıştır.


İnsanlık dışı uygulamalara maruz kalan ve öldürülen Türkler,
Rumlar tarafından toplu mezarlara gömüldüler.(Sağda) Toplu mezarda ağlayan bir Türk. (Solda)


Resimlerde, savunmasız Türk yerleşim birimlerine saldıran ve büyük bir katliama girişen Rum birliklerinden kaçan Türk kadınlar görülüyor.
30 Temmuz 1974 Cenevre Anlaşması ve 1 Kasım 1974 tarihli Birleşmiş Milletler kararı ile Kıbrıs’ta iki toplumun varlığı ve eşitliği kabul edilmiştir. Kıbrıslı Türkler bu gerçeğe dayanarak 13 Şubat 1975’te Kıbrıs Türk Federe Devleti’ni (KTFD) ilan etmiş, 1976 ve 1981’de genel ve yerel seçimler yapılmış, Rauf Denktaş, 1983 yılına yani Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar Federe Devletin Başkanı olarak görevde kalmıştır.
Bu dönemin önemli gelişmelerinden biri de, nüfus mübadelesi anlaşmasıdır. Böylelikle güneyde kalan Türkler kuzeye, kuzeyde kalan Rumlar ise güneye geçmişler; Kıbrıs’taki iki toplum adanın iki ayrı bölgesinde toplanmıştır. 1977-1979 dönemi, Doruk Anlaşmaları olarak bilinen toplumlar arası görüşmelere sahne olmuştur. Rauf Denktaş’ın çağrısıyla başlayan görüşmeler önce Denktaş ile Makarios, sonra ise (Makarios’un ölümünün ardından) Denktaş ile Kiprianu arasında gerçekleşmiştir. Bu görüşmeler neticesinde Mayıs 1979’da, her ne kadar on maddelik bir anlaşma imzalansa da, bu düzenlemelerin sorunun çözümüne fazla bir katkısı olmamıştır.
1980 Ağustosu’nda yeniden başlayan ve aralıklarla 1983 Mayısı’na kadar süren görüşmelerden de bir sonuç çıkmamış, Türk ve Rum tarafları iki kesimlilik, iki bölgelilik, temsil, federal devletin yetkileri, yerleşme, mülk edinme ve serbest dolaşım gibi konularda ortak bir noktaya gelememişlerdir.
Kıbrıs sorununda önemli dönüm noktalarından biri, 1983 senesidir. 13 Mayıs’ta Birleşmiş Milletler, Kıbrıs Rum yönetimi lehinde bir karar almış, buna karşılık olarak KTFD, 17 Haziran’da Kıbrıs Türk halkının self-determinasyon hakkını vurgulayan kararını açıklamış, 15 Kasım 1983’te ise, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) kuruluşunu ilan etmiştir. Rauf Denktaş yeni kurulan Cumhuriyetin Cumhurbaşkanı seçilmiş ve Kıbrıs Türk toplumu adına görüşmeleri yürütme görevini üstlenmiştir. Ne var ki bazı büyük devletlerin baskıları sonucu, Türkiye dışında hiçbir devlet KKTC’yi tanımamıştır.
Dönemin BM Genel Sekreteri Perez de Cuellar’ın aracılığı ile 1984 yılında toplumlararası görüşmeler tekrar başlamış, Genel Sekreter her iki toplumun taleplerini göz önünde bulundurarak bir anlaşma taslağı hazırlamıştır. Ancak ne bu dönemde ne de BM Genel Sekreteri Boutros Gali’nin 1992 yılında başlattığı girişimler döneminde bir çözüme ulaşılabilmiştir. Gali, taraflar arasındaki tüm anlaşmazlık konularını kapsayan bir çözüm önerisi getirmiş, Türk tarafı 100 maddeden 91’ini kabul ettiğini bildirmiştir. Ancak Rum tarafının çekinceleri, anlaşmayı imkansız kılmıştır.
1993’te Glafkos Klerides’in iktidara gelmesiyle, müzakereler Denktaş ile Klerides arasında sürmüştür. İlk başta Klerides’in Rum toplumunu temsilen görüşmeci olması, sorunun çözümü açısından olumlu bir gelişme olarak değerlendirilmiştir. Ancak 1999-2000 yıllarında, BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın gözetimindeki görüşmelerden de bir sonuç çıkmamış, Güney Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne alınması kararı ise, sorunu eskisinden daha da karmaşık bir hale getirmiştir.
2001 yılının sonlarında Rauf Denktaş’ın Klerides’i yüz yüze görüşmeye çağırmasıyla Ocak 2002’de yeni bir görüşme süreci başlamış, Klerides’in KKTC’yi, Denktaş’ın da Güney Kıbrıs’ı ziyaret etmesi, Kıbrıs tarihi açısından oldukça önemli bir gelişme olarak kabul edilmiştir. Ancak liderlerin defalarca biraraya gelmelerine rağmen yine somut bir ilerleme sağlanamamış, devreye Kofi Annan tarafından hazırlanan “Annan Planı” girmiştir. Ancak bu plan, kalıcı ve barışçıl bir çözüm getirmemektedir.

KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, BM Genel Sekreteri Kofi Annan ve Kıbrıs Rum Kesimi eski lideri Glafkos Klerides birarada
Kısacası, bütün çabalara ve girişimlere rağmen iki tarafın da üzerinde anlaştığı bir plan henüz oluşturulamamıştır. Konuya dahil olan ve tarafsız olması gereken ülkelerin bir kısmı, Rum kesiminin tarafında yer almakta ve Türk tarafını sözde çözümsüzlüğün sebebi ilan etmektedirler. Bu durum, Türk tarafındaki güvensizliği artırmaktadır. Avrupa Birliği, iki ülke arasında yapılmış uluslararası anlaşmaları dikkate almayarak Rum kesimini Avrupa Birliği’ne kabul etmiş, Türk tarafının durumunu ise kesin bir sonuca bağlamamıştır. Türk tarafı son dönemlerde çeşitli açılımlar yapmış, ancak Rum tarafı, geçmişte olduğu gibi bugün de, bu açılımlara beklenen olumlu cevabı vermemiştir. Tüm bunlara rağmen her iki tarafın ve uluslararası toplumun çözüm için gösterdiği çabalar devam etmektedir.
Kıbrıs sorunu başta da belirttiğimiz gibi, Yunanistan ve Türkiye arasında yaşanan sorunların en büyük olanıdır. İster iki toplumun karşılıklı görüşmeleri sonucunda, ister Avrupa Birliği çerçevesinde, isterse de iki toplumun kabul edebileceği makul bir plan çerçevesinde olsun, bu sorunun bir an önce çözüme kavuşturulması, bölgede barış ve huzur dolu bir dönemin başlangıcı olacaktır.

Ege Sorunu
1830’da Yunanistan bağımsızlığını kazandıktan sonra, Ege adalarının bir kısmı (Batı Ege Adaları: Eğriboz, Kuzey Sporatlar, Kiklad Takımadaları) bu ülkeye bırakılmıştır. 1912-13 yıllarında meydana gelen Balkan Savaşı’nın bir sonucu olarak, Doğu Ege Adaları, yani Taşoz, Midilli, Sakız, Psara, Nikarya, Limni, Semadirek, Gökçeada ve diğer küçüklü büyüklü adalar da Yunanistan’ın eline geçmiştir. 1913 Londra Antlaşmasına göre, Girit’in geleceği hakkındaki kararlar Balkan devletlerine, Ege adalarıyla ilgili kararlar ise “Altılar” adı verilen ülkelere (İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya, Avusturya-Macaristan, İtalya) bırakılmıştır. Bu ülkeler, Meis dışındaki On iki Adayı İtalya’ya, Bozcaada ve İmroz dışındaki Doğu Ege adalarını da Yunanistan’a bırakmış ve bu adaların askerden arındırılması koşulunu getirmişlerdir. Adalarla ilgili ayrıntılı düzenlemeler 1923 yılında imzalanan Lozan Antlaşması’yla gerçekleştirilmiş, Ege Denizi’nin bir barış ortamı olması sağlanmış, çıkan sonuçtan iki taraf da memnun olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde imzalanan Paris Barış Antlaşması’yla da On iki Ada İtalya’dan alınıp, askerden arındırılmış olması şartıyla, Yunanistan’a verilmiştir.
Bu barış ortamı 1960 yılından itibaren bozulmaya başlamıştır. Bu yıldan itibaren adaları silahlandırmaya başlayan Yunanistan, Türkiye’nin notalarına ve Antlaşmalara uyma çağrılarına karşılık olarak, 1936’da imzalanan ve Türkiye’ye Boğazlar bölgesini güvenlik zaruretiyle silahlandırma yetkisi veren Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin kendine bu hakkı verdiğini öne sürmüştür. Halbuki bu sözleşmede Yunan adalarıyla ilgili bir düzenleme söz konusu olmamıştır.
1974 yılına kadar düşük bir gerginlikte devam eden sorun, bu tarihten itibaren iki ülke arasında daha yüksek bir gerilime sebep olmuş ve iki ülkeyi çeşitli tarihlerde savaşın eşiğine getirmiştir. Yunanistan, adaları açıkça silahlandırmaya başlamış, bu faaliyet 1981’de iktidara gelen PASOK hükümetiyle hız kazanmıştır.
Yunan tarafı, adalardaki silahlanmayı haklı göstermek için çeşitli tezler öne sürmektedir. Eski antlaşmaların artık hükmünün kalmadığını, yeni koşulların yeni sonuçlar getirdiğini savunan Yunanistan’ın öne sürdüğü sözde deliller şöyledir: Yunanistan’a göre, Montreux Boğazlar Sözleşmesi, 1936’da Dışişleri Bakanı olan Rüştü Aras’ın konuyla ilgili mektubu gibi birtakım anlaşmalar ve belgeler; Türk tarafının Ege ordusunu kurması, Gökçeada ve Bozcaada’yı silahlandırması kendisine de bu hakkı vermektedir. Yunanistan, her iki ülkenin de hem BM hem de NATO’ya üye olmalarının yeni koşullar meydana getirdiğini bahane etmektedir. Türk tarafı ise Lozan’da kabul edilen koşulların halen geçerli olduğunu, Yunanistan’ın uluslararası antlaşmaları, iyi komşuluk ilişkilerini ihlal ettiği gerçeğini ortaya koymaktadır.
Ege’de yaşanan ikinci sorun ise, “Kıta Sahanlığı Sorunu”dur. Bu konunun iki farklı boyutu vardır; bir yandan taraflar kıta sahanlığı konusunda diğer yandan da bu uyuşmazlığın hangi yoldan çözüleceği konusunda anlaşamamaktadır. Yunanistan, “kıta sahanlığı sınırlandırması yapılırken adalar, ana karayla bağlantılı olarak değerlendirilmelidir ve ayrıca bu mesafe belirlenirken Türkiye’ye en yakın ada ölçüt alınmalı, eşit uzaklık ilkesi uygulanmalıdır” tezini savunmaktadır. Bu fikirlere sözde destek olarak ise, 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesi’nin 6. maddesini kullanmaktadır. Bu maddeye göre, anlaşmanın olmadığı durumlarda, kıta sahanlığı eşit uzaklığa göre belirlenmektedir.
Türkiye ise, bu sorunun iki ülke arasında yürütülecek görüşmelerle anlaşmaya bağlanmasını savunmaktadır. Türk tarafına göre kıta sahanlığı belirlenmesinde doğal uzantı esastır ve Ege, Anadolu yarımadasının doğal uzantısıdır. Ayrıca kıta sahanlığının belirlenmesinde adalet prensibi gözetilmeli, Ege’nin kendine özgü koşulları olduğu anlaşılmalı, Lozan’da gözetilen Türk-Yunan dengesi Ege’de de gözetilmelidir. Türkiye bu sorunu görüşmelerle çözme yolunu benimserken Yunanistan sorunu uluslararası yargıda çözmek istemektedir.
Bütün bu anlaşmazlıklar, karasularının ve hava sahasının genişliği konusunda düğümlenmektedir. Yunanistan Lozan Antlaşması döneminde karşılıklı olarak 3 mil olan karasuları genişliğini, 1936 yılında tek taraflı olarak 6 mile çıkartmıştır. Türkiye de 1964 yılında 6 mili kabul etmiştir. Bugün en önemli sorun, Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkartmak istemesi ve buna gerekçe olarak uluslararası antlaşma ve sözleşmeleri sözde delil göstermesidir. Türkiye, haklı olarak, Ege Denizi’ni bir Yunan iç denizine çevirecek her türlü karara karşı çıkmaktadır. Çünkü bu durum kabul edilirse, Türkiye, Ege’nin doğal zenginliklerinden faydalanamayacak, açık denizlere çıkışı kısıtlanacak, hava sahası daralacaktır. Bu durumda Ege Denizi; %73’ü Yunanistan’ın, %9’undan azı Türkiye’nin karasuları, %15’e yakını ise açık deniz olarak bölünecektir. Kuşkusuz bu, adil ve makul bir talep değildir.
Hava sahası konusunda da aynı anlaşmazlık hüküm sürmektedir. Yunanistan, kendi hava sahasının 10 mil olduğunu iddia etmekte ve uluslararası sözleşmelere aykırı olarak bu kararı, 1931 tarihli bir Yunan Krallık Kararnamesine bağlamaktadır. Türkiye, Yunanistan’ın hava sahasını, karasuları gibi 6 mil olarak kabul etmektedir. Buna bağlı olarak FIR (Uçuş Bilgi Bölgesi) sorunu ortaya çıkmakta, sivil ve askeri uçakların uçuş güzergahı konusunda sorunlar yaşanmaktadır.
Yunanistan ve Türkiye, son dönemde pozitif bir görünüm sergileyen ilişkilere paralel olarak Ege sorununun çözümü için yeni adımlar atmış, ortak komisyonlar kurmuştur. Çözüm arayışları devam etmektedir. Bu sorunların çözümünde de, Kıbrıs sorununun çözümü ve Türkiye’nin AB’ye girişi önemli birer anahtar olacaktır.

Azınlık Sorunu- Batı Trakya Türkleri
Önceki bölümlerde de gördüğümüz gibi, Balkan topraklarında gerçekleştirilen fetihler sonucunda, çok sayıda Türkmen bu bölgeye yerleşmiş, yerel halktan da din değiştiren kitleler büyük bir Müslüman-Türk nüfusu meydana getirmişlerdir. Yunan topraklarına da, başta Selanik olmak üzere çok sayıda Müslüman-Türk yerleşmiştir. Ancak Osmanlı’nın son döneminde yaşanan olumsuzluklar, özellikle de Balkan Savaşları neticesinde, bu Türkler’in büyük bir kısmı Anadolu’ya geri dönmek zorunda kalmıştır. 1911 tarihindeki Balkan Savaşı’ndan sonra, sadece Yunanistan’dan göç eden Türkler’in sayısı 125 bin civarındadır.
Bu göçler sonraki dönemlerde de devam etmiş, Kurtuluş Savaşı’nı takip eden dönemde, Lozan Antlaşması’nın ilgili kararına göre, büyük mübadeleler olmuştur. Bu dönemde yaklaşık 1 milyon Rum Yunanistan’a, 500 bin civarında Türk ise Türkiye’ye dönmüştür. Bu büyük mübadelenin istisnası olan Batı Trakya Türkleri ve İstanbul Rumları, diğer sorunlarla birlikte, 1960 yılından itibaren yeniden gündeme gelmiş ve iki ülke arasındaki temel sorunlardan biri olmuştur.
Türkiye’de yaşayan Rum vatandaşlarımızla ilgili olarak geçmişte bazı olumsuz olaylar meydana gelmiştir. Ancak, bu yanlış tutum ve uygulamalar geçmişte kalmıştır. Türkiye’de, farklı din ve etnik kökene sahip tüm vatandaşlarımızın hiçbir baskıya, ayrımcılığa maruz kalmadan, birarada huzur ve güvenlik içinde yaşayabildikleri engin bir hoşgörü hakimdir. Geçmişteki birtakım olumsuz uygulama ve olayların ise, bir daha asla tekrarlanmayacağını umuyoruz.
Batı Trakya’da ise, Türk tarafının kayıtlarına göre 150 bin kadar Türk yaşamaktadır. Yunanistan’daki İnsan Hakları İzleme Komitesi’nin rakamlarına göre 120 bin kişi olan bu sayı giderek azalmış ve 98 bine düşmüştür. Batı Trakya’da yaşayan Türk nüfusun azalmasının esas sebebi, burada yaşayan kardeşlerimizin uzun yıllardır büyük sıkıntılar içinde varlık mücadelesi vermeleridir. Batı Trakya’da yaşayan Türkler’in hakları; 1923 Lozan Antlaşması, Aralık 1968 Türk-Yunan Protokolü, İnsan Haklarının ve Temel Hürriyetlerinin Korunması İçin Avrupa Konvansiyonu, 1975 Helsinki Nihai Senedi, Avrupa Güvenlik ve İş Birliği Konferansı, Viyana İzleme Toplantısı Sonuç Belgesi gibi kararlarla güvence altına alınmış olmasına rağmen uygulamalarda bu kararlara itibar edilmemiş, Müslüman-Türk topluma çeşitli baskılar uygulanmış, karşılarına çeşitli zorluklar çıkartılmıştır.
1955 İstanbul ve 1964 Kıbrıs olaylarının yaşandığı dönemde, Batı Trakya’da yaşayan Türk nüfus büyük bir tehdit altında kalmıştır. Bu dönemde Yunan hükümeti, Türk azınlığı ülkeden çıkartmanın yollarını aramıştır. 1998 yılına kadar yürürlükte kalan 1955 tarihli yurttaşlık yasasının, “Grek olmayan etnik kökenden bir kişi Yunanistan’dan ayrılırsa vatandaşlıktan çıkartılabileceği” hükmüyle , Türkler’in dolaşım hakları kısıtlanmıştır.
Yine aynı dönemde gerçekleştirilen kamulaştırma faaliyetleri sonucunda Türkler’in sahip oldukları toprak oranı %85’ten %20-40’lık bir orana düşmüştür. Gelirinin büyük bir kısmı tarıma dayanan Türk azınlık, bu kamulaştırma faaliyetinden büyük zarar görmüştür. 1967-74 döneminde iktidarda olan cunta, Türkler’e yönelik baskıları daha da yoğunlaştırmıştır. 1994 yılına kadar sistemli olarak devam eden bu politikalar, AB’nin baskısı sonucu, bu tarihten itibaren yumuşamaya başlamıştır. Yunanistan, 5 Mayıs 1999 tarihli Birleşmiş Milletler Kişisel ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’ni imzalamış ve bu sözleşmenin getirdiği yükümlülükleri kabul etmiştir. Ancak bütün gelişmelere rağmen Yunanistan’daki Uluslararası İnsan Hakları İzleme Komitesi’nin 7 Ocak 2000 tarihli raporu, Yunanistan’ı azınlık haklarını ihlal ettiği gerekçesiyle suçlu bulmuştur.30
Ülkedeki Türkler, siyasal haklarla ilgili sorunlarla da karşılaşmaktadır. Özellikle Dr. Sadık Ahmet’in yaşadıkları bu konunun en önemli bir delilidir. Dr. Sadık Ahmet, azınlık haklarını savunduğu için 1987 yılında 2.5 yıl hapse mahkum olmuştur. Ancak bu haksız karara karşı uluslararası baskı oluşmuş ve cezanın infazı süresiz olarak ertelenmiştir. Bu kararın ardından serbest kalan Sadık Ahmet, bağımsız aday olarak parlamentoya girmeyi başarmıştır. 1989 yılından itibaren seçim kanunlarında yapılan değişiklikle, Türkler’in seçilme imkanlarının ortadan kaldırılmasına çalışılmıştır. Örnek olarak, bağımsız adaylara %3 ülke barajı şartı getirilmiştir. Bu orana ulaşması imkansız olan Türk adaylar, başka partilerden aday olmak zorunda kalmışlardır. Son seçimlerde sadece bir Türk, Galip Galip, PASOK’tan aday olarak meclise girebilmiştir.
Türkler’e uygulanan baskının bir diğer yönü de vatandaşlık hakkının keyfi olarak geri alınmasıdır. 1998 yılına ait Yunan resmi kayıtlarına göre, kısa bir süre önce sona eren bu uygulamayla yaklaşık 60 bin kişinin vatandaşlığı uluslararası antlaşmalara aykırı olarak kaybettirilmiştir.
Türkler, müftülük konusunda da büyük sıkıntılar yaşamaktadır. 1920 tarih ve 2345 sayılı kanunla kabul edilen ve müftülerin karma usulle seçilmesini öngören uygulama, pratikte hiç uygulanmamış, müftü seçimleri Yunan yönetiminin yetkisi ve denetim baskısıyla gerçekleşmiştir. 1991 yılında kabul edilen ve eski kanunun yerini alan yeni kanunla, müftü seçiminde Müslümanlar söz sahibi olarak kabul edilmiştir, ancak bu kanun da uygulamalara yansımamıştır. Bu uygulama çerçevesinde, 1967 yılında Müslüman olmayan bir kişi İskeçe müftüsü olabilmiştir. 1985’te de müftü Yunan makamlarınca atanmıştır. 1995 yılında seçilmiş İskeçe Müftüsü Mehmet Emin Aga’nın “görev gaspı gibi” tamamen haksız ve hiçbir gerçeklik payı olmayan bir suçlamayla suçsuz yere mahkum edilmesi, iki ülke arasında gerginliğe yol açmıştır. Gümülcine Müftüsü İbrahim Şerif de aynı suçlama ve baskılara maruz kalmıştır. İbrahim Şerif’in İnsan Hakları Mahkemesi’nde 2000 yılında açtığı dava, Yunanistan aleyhinde sonuçlanmıştır. En nihayetinde uluslararası baskıya dayanamayan yerel mahkemeler, iki müftü için de beraat kararı vermiştir. Ancak bu konudaki sorunlar günümüzde de devam etmektedir.
Yunanistan’daki Türkler’in yaşadıkları sıkıntılar bununla sınırlı değildir. Son dönemlere kadar devam eden baskıların en çarpıcı örneklerinden biri de, ilkokul öğretmeni Rasim Hint’in başına gelenlerdir. İskeçe Azınlık Okulu’na Türk Okulu dediği için bir yıl görevden uzaklaştırılan Hint, daha sonra da bir dağ köyüne sürülmüştür.32 Eğitim alanında karşılaşılan sıkıntılar ise azınlık okullarına Türkiye’den gelen öğretmenlere izin verilmemesiyle başlamıştır. Daha sonra Türk öğrencilere getirilen Yunanca yeterlilik şartı, Türkçe eğitim yapan okullar açısından ciddi sıkıntılara neden olmuştur.
Bu tablodan da anlaşılacağı gibi, Türk-Yunan ilişkilerindeki dalgalanma, Batı Trakya Türkleri’ne de yansımış, uzun gerginlik dönemlerinde Müslüman-Türk azınlık yoğun baskılara maruz kalmıştır. AB üyesi olduktan sonra, Yunan yönetiminin politikalarında zorunlu bir yumuşama ve esneme görülmüştür. Ancak bu yumuşamanın yeterli seviyeye ulaştığını ya da bugüne kadar yaşanan kayıpları telafi ettiğini söylemek mümkün değildir. Bugün Batı Trakya sadece Yunanistan’ın değil, Avrupa’nın da en geri kalmış bölgesi halindedir.
Türkiye’nin Yunanistan ile olan ilişkilerini geliştirmesi, sorunlarını çözmesi, Batı Trakya’daki Türkler’in huzur ve güveni açısından da son derece gereklidir. İki ülke arasında yaşanan herhangi bir gerginlik, ister istemez, Batı Trakya’daki Türkleri zor durumda bırakmaktadır. Bu nedenle -ve ekonomik, siyasi ve askeri nedenle tüm Balkan ülkeleriyle olduğu gibi, Yunanistan’la da iyi ilişkiler içinde olmak, Türkiye için son derece önemlidir.

Türk-Yunan İlişkilerinin Geleceği

Önceki sayfalarda ayrıntılı olarak incelediğimiz sorunlara rağmen son dönemde Türkiye ile Yunanistan arasında yaşanan gelişmeler, iki ülke arasında belirgin bir yakınlaşma ve çözüm çabalarının gündeme gelmesine yol açmıştır. Bu dönem boyunca iki ülke arasında iyi komşuluk ilişkilerinin geliştirilmesi, anlayış ve güven ortamının oluşması için büyük bir çaba harcanmıştır. Bu çabalar iki tarafın da küçük adımlar atması ve karşılıklı jestler yapmalarıyla ilerlemiştir.
Bu yumuşamanın temelinde, Yunanistan’ın AB’ye girmesi ve buna bağlı olarak uluslararası hukuka uygun davranışlar sergilemesi, Marmara Bölgesi’nde yaşadığımız büyük deprem sonrasında ülkemize yapılan yardım jestleri, azınlık haklarında yaşanan gelişmeler, Türkiye’nin AB’ye girişi için verilen destek gibi çok sayıda olumlu unsurun biraraya gelmesi yatmaktadır. Bu çerçevede 1999 yılında iki ülkenin Dışişleri Bakanları arasında ilk önemli yumuşama sinyalleri verilmiş, turizm, ticaret, çevre, kültür, terör ve bölgesel iş birliği gibi konularda ikili görüşmeler başlatılmıştır.
Bu gelişmeleri takiben 2000 yılında karşılıklı ziyaretler yapılmış ve dokuz adet ikili anlaşma imzalanmıştır. (Suç ile ilgili özellikle Terörizm, Örgütlü Suçlar, Uyuşturucu Madde Kaçakçılığı ve Yasa Dışı Göç ile Mücadelede İş Birliği; Kültürel İş Birliği; Turizm Alanında İş Birliği; Gümrük İdarelerinin İş Birliği ve Karşılıklı Yardımlaşma; Deniz Taşımacılığı; Bilimsel ve Teknolojik İş Birliği Anlaşmaları ve Çevrenin Korunması Hakkında Mutabakat Muhtırası; Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması Anlaşması; Ekonomik İş Birliği Anlaşması).
31 Ekim 2000 tarihinde Kuzey Atlantik Asamblesi Derneği toplantısında biraraya gelen iki ülkenin Dışişleri Bakanları, “güven artırıcı önlemlerin” bir an önce uygulamaya geçmesi için talimat vermişlerdir. Bu kararın bir sonucu olarak, Türkiye ve Yunanistan karşılıklı olarak -NATO’nun Yıllık Tatbikat Konferansı çerçevesinde- müteakip yılın ulusal tatbikat programlarını bildirmek ve birbirlerini olabilecek değişikliklerden diplomatik kanallarla haberdar etmek konusunda mutabakata varmışlardır.
2001 yılında Dışişleri Bakanı Yorgo Papandreu’nun ülkemize yaptığı ziyaretin ardından, Türkiye ve Yunanistan’ı “anti-personel mayınların kullanımı, depolanması, üretimi ve transferinin yasaklanması ve bunların imhası sözleşmesi”ne taraf yapacak işlemlerin birlikte tamamlanmasını ve Türkiye ile Yunanistan’ın AB konusunda iş birliğini öngören iki ortak açıklama yapılmıştır. 23-24 Haziran 2001 tarihlerinde Sisam ve Kuşadası’nda, Kuşadası Deklarasyonu adı altında 5 iş birliği kararı (iki ülke arasında deniz ve hava ulaşım alanlarıyla ilgili Bakanlıklar arasında bir danışma mekanizması kurulması; iki ülkenin karşılaştığı doğal afetler konusunda Ege’de sismik araştırmaların ortaklaşa yapılması; Akdeniz bölgesinde yaygın olan Akdeniz anemisine karşı ortak mücadele; 2004 yılında Yunanistan’da yapılacak olimpiyatların kültürel boyutuna Türkiye’nin katkısının getirilmesi; acil durumlarda kullanılmak üzere iki Dışişleri Bakanı arasında doğrudan telefon hattı kurulması) alınmıştır. 7-8 Kasım 2001 tarihlerinde Atina’yı ziyaret eden Türk Dışişleri Bakanı, 8 Kasım 2001 günü, Geri Kabul ve Türk-Yunan Ortak Acil Müdahale Gücü (JHET-SDRU) Protokolleri ile Diplomatik Akademiler Arası İş Birliği Mutabakat Zaptını imzalamıştır.
Aynı ziyarette, Dışişleri Bakanlıkları siyasi direktörlerinin ve NATO nezdindeki daimi temsilcilerin, daha önce masaya getirilmiş olan öneriler temelinde daha başka “güven artırıcı önlemler” için çalışmalarını sürdürmeleri, 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası’nın ortaklaşa düzenlenmesine yönelik olarak başlatılan Türkiye ve Yunanistan Futbol Federasyonları arasındaki iş birliğinin sürdürülmesi, AB konusunda Yunanistan’ın Türkiye’ye bilgi aktarımına ve bu doğrultuda seminerler düzenlenmesine devam edilmesi, basın alanındaki iş birliğinin derinleştirilmesi ve desteklenmesi karar altına alınmıştır. “Türk – Yunan Ekonomik Karma Komisyonu (KEK) I. Dönem Toplantısı” 12-13 Şubat 2002 tarihlerinde Atina’da yapılmış, iki ülke arasında bir Mutabakat Muhtırası imzalanmıştır. Yunan Parlamentosu, “Türkiye Cumhuriyeti ile Yunanistan Cumhuriyeti Arasında Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanlığı ile Yunanistan Cumhuriyeti Kamu Düzeni Bakanlığı Suç ile, özellikle, Terörizm, Örgütlü Suçlar, Uyuşturucu Kaçakçılığı ve Yasadışı Göç ile Mücadelede İş Birliği Anlaşmasının 8’nci Maddesinin Uygulanmasına Dair Protokol’ü (Geri Kabul Protokolü, 8 Kasım 2001 Atina) 20 Haziran 2002 tarihinde onaylamıştır.
İki ülke arasında yaşanan yakınlaşma toplumlara da yansımış, ülkemize gelen Yunan turist sayısı; ortak çalışmalara, festival ve gösterilere katılan Yunan sanatçı sayısı büyük oranda artmıştır. Türk hükümetinin Kıbrıs’ta devreye soktuğu yeni düzenlemeler de, iki halkı birbirine yaklaştıran önemli adımlar olmuştur. Karşılıklı güven artırıcı adımların atılması, iki ülke arasında yaşanan sorunların çözümünü de daha kolay bir hale getirmiştir.
Aynı ittifaklar içinde yer alan, aynı hedeflere yönelmiş, yüzyıllara dayanan komşuluk ilişkilerine sahip iki ülke, bu sorunlar çözüldüğü takdirde, sadece iyi birer dost değil aynı zamanda güçlü birer müttefik olacaklardır. Bu sayede Batı Trakya’da yaşayan Türk azınlık üzerindeki baskılar tamamen kalkacak, Türklerin bütün hakları iade edilecek ve bölge insanının sosyo-ekonomik refaha kavuşması sağlanacaktır.
Önümüzdeki günlerde de, bu olumlu durumu tersine çevirecek gelişmelerin engellenmesi, Türk-Yunan ilişkilerinin geliştirilmesi, sorunların çözümü yoluna gidilmesi, Türkiye’nin Balkan politikasının önemli bir unsuru olmalıdır. Kuşkusuz bunun için, Yunanistan’ın uzlaşmacı ve yapıcı bir politika izlemesi zorunludur.

Bulgaristan
Bulgaristan, yaklaşık 500 yıl boyunca Osmanlı egemenliğinde kalmıştır. 1908 yılında bağımsızlığını kazanmış ve bu tarihten itibaren iki ülke ilişkilerinde yeni bir dönem başlamıştır. Bu ilişkiler daha çok gerilimli bir seyir izlemiştir. İki Balkan Savaşı’nda da Osmanlı’yla Bulgarlar karşı karşıya gelmiş ve büyük kayıplar yaşamış olmalarına rağmen, Bulgar Devleti I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı ile aynı cepheyi paylaşmış, Kurtuluş Savaşı’na da destek vermiştir. Ancak Kurtuluş Savaşı’nı takip eden dönemde, “Büyük Bulgaristan” hayalleri, iki ülke arasındaki ilişkilerin soğumasına yol açmıştır.
Soğuk Savaş döneminde, Bulgaristan, Sovyetler Birliği’nin en yakın müttefiklerinden biri haline gelirken Türkiye, NATO’nun önemli bir üyesi olarak komünizm karşısındaki kalelerden biri olmuştur. Bu dönem boyunca Bulgaristan-Türkiye ilişkileri, soğuk ve gerilimli bir dönem yaşamıştır. İki ülke arasında 1950-51 yıllarında büyük bir kriz ortaya çıkmıştır. Bulgar hükümeti, 250 bin Türkü Türkiye’ye gönderme kararı almıştır. Bu dönem boyunca yaklaşık 155 bin Türk Bulgaristan’ı terk etmek zorunda bırakılmıştır. 1968 yılında, göç sonucunda dağılan aileleri birleştirmek için iki ülke arasında bir anlaşma imzalanmış ve bu anlaşmanın sonucunda 130 bin civarında Türk, Türkiye’ye dönmüştür.
Ancak 80’li yıllarda daha da büyük bir sorun ortaya çıkmış, 1980’den itibaren Bulgar yönetiminin Türk azınlığa uyguladığı asimilasyon politikasıyla Türk-Bulgar ilişkileri en gergin noktasına ulaşmıştır. 1989 yılında, Bulgaristan 350 binden fazla Türk’ü sınır dışı etmiş ve ilişkilerde büyük bir kriz yaşanmıştır.
1989 yılında komünist iktidar devrilmiş, Türkiye-Bulgaristan arasında yeni ve olumlu bir dönem başlamıştır. Bulgar yönetimi çeşitli vesilelerle Türk halkına uygulanan baskılardan dolayı özür dilemiş, Türk azınlığın hakları yeniden tanınmış, Türkler’e geniş çaplı özgürlükler verilmiştir. Bu çerçevede Türkler’in ana dillerini konuşmalarına, Türkçe isim alıp Türkçe eğitim görmelerine izin verilmiş, dinsel hakları iade edilmiştir. Bu gelişmeler, Türkiye ve Bulgaristan arasındaki ilişkilerin iyileşmesine ve güçlenmesine yol açmıştır. Ticari alandaki gelişmeler bu pozitif görünüme büyük katkıda bulunmuştur. 1992 yılı verilerine göre Bulgaristan nüfusunun %10’unu Türkler oluşturmaktadır. Ayrıca Bulgaristan’da 1.200.000 civarında Müslüman yaşamaktadır ki, bu sayı genel nüfusun %13.08’ini kapsamaktadır.

1989 yılında komünist iktidar devrilmiş, Türkiye-Bulgaristan arasında yeni ve olumlu bir dönem başlamıştır. Bulgar yönetimi çeşitli vesilelerle Türk halkına uygulanan baskılardan dolayı özür dilemiş, Türk azınlığın hakları yeniden tanınmış, Türkler’e geniş çaplı özgürlükler verilmiştir. Bu çerçevede Türkler’in ana dillerini konuşmalarına, Türkçe isim alıp Türkçe eğitim görmelerine izin verilmiş, dinsel hakları iade edilmiştir. Bulgaristan’da 1.200.000 civarında Müslüman yaşamaktadır ve bu sayı genel nüfusun %13.08’ini kapsamaktadır. Bugün Müslüman-Türk azınlık, elde edilen haklar sayesinde, Bulgaristan’da etkin bir siyasi güç konumundadır. Son yapılan seçimlerle, yönetimden pay alan Türkler, çeşitli temsilcilikler ve bakanlıklarda görev almışlardır. Bütün bu gelişmeler, Türkiye-Bulgaristan ilişkilerine çok olumlu etki yapmıştır.
1989 yılında Sovyetler Birliği’nin desteğini kaybeden Bulgaristan, Varşova Paktı’nın da sona ermesiyle, uluslararası arenadaki yanlızlığını gidermek için komşu ülkelerle iyi komşuluk ilişkileri kurmaya, uluslararası ittifaklara katılmaya çalışmıştır. 1997 yılına kadar iktidarda kalan Sosyalist Parti hükümeti, ülkeyi NATO’ya dahil etmek, Batılı ülkelerle iyi ilişkiler kurmak için elinden geleni yapmıştır.
Türkiye ve Bulgaristan arasındaki ilişkiler, bu ülkedeki yeni rejimin, eski yönetimin Bulgaristan’da yaşayan Türk azınlığa yönelik baskıcı politikalarını terk etmesi ile son on yıllık dönemde önemli bir gelişme sergilemiştir. İki ülke arasında her düzeydeki temasların sayısı artmış, uzun süredir var olan bazı ikili sorunlar çözüme kavuşturulmuştur. İktidara gelen Petar Mladenov, önceki yönetim döneminde uygulanan asimilasyon politikasından dolayı özür dilemiş, Müslüman-Türk azınlığın haklarının iadesi için çalışmalar başlatmıştır. Bu çerçevede hem Bulgaristan’da yaşayan azınlıkların hem de Bulgaristan’a geri dönen Türkler’in pek çok sosyo-ekonomik hakkı güvence altına alınmıştır. Bu gelişmeler, Türk-Bulgar ilişkilerinin önündeki en önemli engeli ortadan kaldırmıştır.
Bulgaristan, Türkiye ile yakın ilişkiler kurmak için çok istekli davranmış ve girişimleri ilk başlatan taraf olmuştur. NATO üyeliği için verilecek destek, asimilasyon kampanyası sonucunda hem Türkiye hem Batı hem de Müslüman ülkelerle bozulan ilişkileri düzeltme çabası, Türkiye’nin mükemmel bir ticaret ortağı olarak Bulgaristan’da yapılacak yatırım ve sermaye kaynağı olması Bulgaristan’ı Türkiye’ye yakınlaşmak için motive eden sebepler olmuştur.
Türkiye ve Bulgaristan arasındaki ilişkiler hızlı bir gelişim göstermiş, kısa sürede askeri, ekonomik ve kültürel alanda iş birlikleri kurulmuştur. Askeri alanda ortak üretim anlaşmaları yapılmış, ortak tatbikatlar düzenlenmiş, teröre karşı iş birliği kurulmuştur. Türkiye, Bulgaristan’ın NATO üyeliğini kabul ettiğini bir yasa ile destekleyen tek ülke olarak, 2002 yılı Kasım ayında Prag’da yapılan zirvede bu ülkenin NATO üyeliği için davet almasını memnuniyetle karşılamıştır. Buna ek olarak, iki ülke arasındaki ticari ve ekonomik ilişkilerin geliştirilebilmesi için gerekli hukuki çerçeve tamamlanmış ve bu sayede bu alanlarda önemli gelişmeler kaydedilmiştir.


Türkiye, hem Balkanlar hem de Karadeniz bölgesinde istikrarı sağlamak için 1990 yılında, Karadeniz Ekonomik İş birliği toplantılarını başlatmıştır. Bu toplantı sonucunda alınan kararlara Bulgaristan da imza atmıştır. 1998 yılında imzalanan serbest ticaret anlaşması ise ekonomik ilişkilerdeki gelişimin hızını iyice artırmıştır. Bu çerçevede enerji, otoyol, sanayi gibi alanlarda büyük ortak projeler ve yatırımlar gerçekleşmiştir.

Bulgaristan’da yaşayan Türkler’in kurduğu Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH), kuruluşundan kısa bir süre sonra en büyük dördüncü parti olarak Müslüman-Türk azınlığın temsilcisi haline gelmiştir. Ancak kısa bir süre sonra, parti sadece Türkler’i değil, ülkedeki bütün azınlıkları temsil eden siyasi bir güç olmuştur. 1991 seçimlerinden itibaren hem genel hem de yerel seçimlerde önemli bir başarı elde etmiş olan HÖH, 1995 seçimlerinde 194 belediye başkanlığı kazanmıştır.34 1997 genel seçimlerinde ise seçime Milli Selamet İttifakı’yla giren HÖH, %7,6 oyla 19 sandalye kazanmıştır. Müslüman-Türk azınlığın sorunları büyük oranda çözülmüş olsa da, halen sıkıntılar yaşanmaktadır. Seçmeli Türkçe derslerinin zorunlu yapılmaması, askeri kurumlarda, üst düzey devlet görevlerinde Müslümanların nüfusları oranında temsil edilmemesi, Türk okullarının açılmasına izin verilmemesi, Türkler’in yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde yatırım yapılmaması halen çözüm bekleyen sorunlar arasındadır.
Türk-Bulgar ilişkilerinin gelişimi, Türkiye ve diğer Balkan ülkeleri arasında kurulacak ilişkiler için bir örnek niteliğindedir. Kısa bir süre öncesine kadar karşıt bloklarda bulunan iki ülke, kısa sürede ekonomiden kültüre her alanda büyük bir iş birliğine girmiş, bölge barışına önemli katkıda bulunmuşlardır. Ülkede yaşayan Müslüman-Türk azınlık hem iki ülke arasında bir köprü olmuş hem de bu dostluk ilişkisinin getirdiği avantajlarla yeni sosyal, ekonomik ve kültürel imkanlar elde etmişlerdir.
Bugün Müslüman-Türk azınlık, elde edilen haklar sayesinde, Bulgaristan’da etkin bir siyasi güç konumundadır. Son yapılan seçimlerle yönetimden pay alan Türkler, çeşitli temsilcilikler ve bakanlıklarda görev almışlardır. Bütün bu olumlu gelişmeler, Türkiye-Bulgaristan ilişkilerinin istikrarlı bir gelişim seyretmesini sağlamıştır.
Bulgaristan, muhtemelen birkaç yıl sonra AB üyesi olacaktır. Bu üyelik, ülkede yaşayan Müslüman-Türk azınlığın daha da güçlenmesini ve yaşadığı sıkıntılardan kurtulmasını sağlayacak imkanlara da yol açacaktır. Türkiye, geçmişte olduğu gibi bundan sonra da Bulgaristan’da yaşayan dindaşlarını ve soydaşlarını ihmal etmemeli, onların sorunlarını kendi sorunları gibi algılamalı ve onlarla daha yoğun ilişkilere girmelidir. Bu ilişkiler, komşu ülkenin iç işlerine karışmak anlamında değil, Türk-Müslüman nüfusun kültür varlıklarını korumak ve geliştirmek, sosyal sıkıntılarının giderilmesine yardımcı olmak yönünde olmalıdır.

Bosna-Hersek

Yugoslavya, Sırbo-Hırvat dilinde “Güney Slavlarının Ülkesi” anlamına gelir. Ancak, büyük bölümü “güney Slavı” olan bu ülkenin halkları arasında, yüzyıllardır varlığını koruyan ve son iki yüzyıldır da kanlı iç savaşlara dönüşmüş olan bir uyuşmazlık vardır.
Güney Slavlarının en önemli iki parçası olan Sırplar ve Hırvatlar, en başta aralarındaki mezhep farkı nedeniyle birbirlerinden ayrılırlar. Sırplar Ortodoks, Hırvatlar ise Katoliktir. Bu iki halkın yanına, yine mezhep temeline dayalı olarak, ülke içindeki diğer halklar “tarihsel müttefik” olarak eklenebilir; Katolik Slovenler Hırvatların, Ortodoks Karadağlılar ise Sırpların geleneksel müttefikleridir.
Bu Sırp ve Hırvat eksenleri arasında kalan Bosna-Hersek, son bin yıl boyunca bu iki eksene de dahil olmayan bir üçüncü halkı barındırdı. Bosna-Hersek’in Sırp ya da Hırvat olmayan bu asıl halkı, hep bu iki eksenden farklı bir kimlik taşıdı. Bosnalılar, Osmanlı ordularının bölgeyi fethetmesinden önce ne Katolik ne de Ortodoks değildiler; “Bogomil” adı verilen ayrı bir mezhebe bağlıydılar.
Bu Bulgar kökenli mezhep, 10. yüzyılda kendisine “Bogumil” adı verilen bir rahip tarafından kurulmuştu. Sırbistan’dan İstanbul’a uzanan Ortodoks coğrafyası içinde gelişen mezhebin inançları, geleneksel Hıristiyan öğretisinden oldukça farklıydı. Bogomillerin inançları arasında; Hz. İsa’nın çarmıha gerilmediği, bunun bir yanılgı olduğu vardı. (Kuran’da da Allah, Hz. İsa’nın ölmediğini ve öldürülmediğini bildirmiştir. Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği inancı ise, Hıristiyanlığın tahrif olmuş sapkın inanışlarından biridir). Dolayısıyla Bogomiller haça itibar etmiyorlar, hatta yanlış inancın bir ifadesi olduğu için haça tepki duyuyorlardı. Vaftize ve Hıristiyanlığın en temel ritüellerinden biri olan ekmek-şarap ayinine de karşıydılar.
1180-1463 yılları arasında hüküm süren Bosna Krallığı’na bağlı olan Bosna Kilisesi, Osmanlı fetihlerinden önce işte böyle bir inancın mirasçısıydı. Bu Hıristiyanlar, Devlet-i Al-i’nin gelişiyle birlikte, gruplar halinde İslam’ı kabullenmeye başladılar.
Bosna’nın Müslüman olması, devlet baskısı ile değil, gönüllü olarak gerçekleşti. Osmanlı yönetiminin vergi toplamak için tuttuğu “defter”lere bakıldığında, Bosnalıların İslam’ı uzun bir süreç sonucunda benimsedikleri görülür. 1468-69 yıllarında tutulan defterler, henüz oldukça az sayıda Bosnalı’nın Müslüman olduğunu göstermektedir; orta Bosna’daki 37.125 Hıristiyan haneye karşılık, yalnızca 332 Müslüman hane vardır. 1.485’te Sancak’ta tutulan bir defter ise, Müslümanlığın yayılmaya başladığını göstermektedir: Hıristiyan 30.552 haneye karşı, Müslüman 4.134 hane vardır. Bunu izleyen dört on yıl boyunca, Müslüman olanların sayısı gittikçe artmıştır. 1520’deki defterler, Sancak ve Bosna’da toplam 98.095 Hıristiyan haneye karşı 84.675 Müslüman hanenin varlığını göstermektedir. Balkan uzmanı Noel Malcolm’un vurguladığı gibi, Bosna’ya dışardan ciddi bir Müslüman göçü yaşanmadığına göre, bu rakamlar din değiştiren Bosnalıları göstermektedir. 1509 yılında Hersek’teki bir Ortodoks rahibin tuttuğu notlarda, “çok sayıda Ortodoksun gönüllü olarak İslam’ı kabullendiğini” belirtilmektedir.
17. yüzyıla gelindiğinde ise artık Müslüman nüfus Hıristiyanları aşmaya başlar. 1626 yılında Bosna’yı ziyaret eden bir gözlemci, ülkedeki Katolik sayısının 250 bin civarında olduğunu, Müslüman nüfusun ise Hıristiyanların toplamından daha fazla olduğunu yazar. 1624’de Bosna’yı dolaşan Arnavut rahip Peter Masarechi ise, ayrıntılı bir rapor hazırlayarak ülkede; 150 bin Katolik, 75 bin Ortodoks ve 450 bin Müslüman yaşadığını bildirmiştir. Nüfus kütüklerinde “İvan’ın oğlu Ferhad” ya da “Mihailo’nun oğlu Hasan” gibi isimler göze çarpar.
Bosnalıların Müslüman olması, Osmanlı baskısı ile gerçekleşmiş değildir. Osmanlı Devleti, farklı dini cemaatlerin birarada yaşamasını sağlayan “millet” sistemini uygulamakta ve dolayısıyla fethettiği ülkelerdeki halkları din konusunda serbest bırakmaktadır. Buna karşın, bazıları, Bosnalıların Müslüman olmasını ekonomik nedenlere bağlamışlardır. Balkan uzmanı Noel Malcolm’a göre bu da yanlıştır; çünkü “Osmanlı toplumunda zengin olmak için Müslüman olmak gerekmemektedir”.
Bosnalıların Müslüman olması, kırsal alana göre şehirlerde çok daha hızlı ve geniş kapsamlı bir biçimde gerçekleşmiştir. Bu nedenle, Bosna-Hersek’te Müslümanlar “şehirli” kültürü temsil ederler. Saraybosna, Müslümanların bu yüksek kültürünün bir ürünüdür. Şehir, 1521-1541 yıllarında Bosna valisi olarak görev yapan Gazi Hüsrevbey tarafından kurulmuştur. Hüsrevbey, Saraybosna’da hala kendi adıyla anılan görkemli bir cami ile birlikte medrese, kütüphane, hamam, iki han ve bir büyük çarşıdan oluşan bir külliye yaptırmış, oluşturduğu bu yeni şehre de Müslümanları yerleştirmiştir. 1530 yılında, şehrin nüfusu tümüyle Müslümandır. Yüzyılın sonunda şehrin 93 mahallesinden yalnızca ikisi Hıristiyan, kalanı Müslüman mahallesidir. Şehrin içinde 6 köprü, 6 hamam, üç çarşı, çok sayıda kütüphane, altı tekke, beş medrese, 90’dan fazla okul ve 100’ün üzerinde cami yer almaktadır. Osmanlı döneminin en çarpıcı özelliklerinden biri ise, bölgeye tam bir huzur ve istikrar getirmiş olmasıdır. Osmanlı yönetimindeki Balkanlar’da, etnik çatışmalar, iç savaşlar görülmez.
Ancak 19. yüzyıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşadığı sıkıntılar bu bölgeye yansımış, merkezi otoriteden uzak kalan Slav kökenli Müslüman yerel yöneticiler çeşitli isyanlarla uğraşmak zorunda kalmışlardır. 1875 yılında başlayan bir isyan hareketi Bulgaristan’a kadar yayılmış ve Rusya, 1877 yılında Osmanlı’ya savaş açmıştır. Rusya’nın ilerleyişi ancak Batılı ülkelerin devreye girmesiyle durdurulabilmiş ve 1878 Berlin Kongresi’nde alınan bir kararla, Bosna’nın yönetimi Avusturya-Macaristan’a verilmiştir. Ancak Müslüman-Türk halk, Ortodoks Hıristiyanlarla iş birliği yaparak bu yönetime karşı ayaklanmış, Avusturya-Macaristan hakimiyet kurmak için dört ay mücadele etmiş ve çıkan olaylarda 82 bin kişi ölmüştür. Bosna’da yaşayan Müslüman-Türk halkın bir kısmı bu dönemde Anadolu’ya dönmüştür.
1908 yılında, Avusturya-Macaristan yönetimi, Bosna’yı ilhak etmiştir. Bu dönemde bölge, Hırvat ve Sırp milliyetçilerin propaganda hedefi haline gelmiştir. Hırvatlar Bosna’nın önce Hırvatistan sonra da Macaristan’la birleşmesi gerektiğini, Bosnalıların Müslüman Hırvatlar olduklarını, Sırplar ise Bosnalı Müslümanların İslamı seçmiş Sırplar olduklarını iddia etmişlerdir.


Bosna’da, Drina Nehri üzerinde Sokullu Mehmed Paşa Köprüsü

1830’lu yıllardan itibaren yaygınlaşan, Hırvatlar tarafından savunulan ve bu dönemde güçlenen bir fikir ise din birliğine değil, Sırp-Hırvat-Boşnak ırk temeline dayanan bir Güney Slav (Yugo-Slav) birliğini savunmuştur.
28 Haziran 1914’te, Saraybosna’da, “Yugoslav” olduğunu iddia eden Gavrilo Princip adlı Bosnalı bir Sırp, Avusturya-Macaristan tahtının varisi olan Arşidük Francis Ferdinand’a suikast düzenlemiş, onu ve karısını öldürmüştür. Bir ay sonra Avusturya-Macaristan, Sırbistan’a savaş açmış ve ardından I. Dünya Savaşı patlak vermiştir. Bosnalı Sırp, Boşnak ve Hırvatlar savaş boyunca Avusturya-Macaristan yönetimine karşı bir faaliyette bulunmamışlardır.
1918 yılında savaşın bitimiyle Bosna; Sırp, Hırvat ve Slovenlerin kurduğu ve daha sonra adı Yugoslavya olacak olan Krallığın bir parçası olmuştur. Yeni devlet, Sırp hanedanının hakimiyeti altında kalmıştır. Tüm baskılara rağmen 1919 yılında Müslüman azınlık tarafından kurulan YMO (Yugoslavya Müslüman Organizasyonu), 1939 yılına kadar Yugoslavya yönetiminde etkili olmuştur. Bu tarihte Yugoslav hükümeti Hırvatların yoğun taleplerini karşılamak için Bosna’nın bir kısmını da kapsayan otonom Hırvatistan Banovina bölgesini oluşturmuştur.
II. Dünya Savaşı sırasında Bosna, Alman ve İtalyan işgal bölgeleri arasında bölünmüştür. Bu dönemde yaşanan yoğun çatışmalar, hem işgalci güçler hem de etnik güçler arasında olmuştur. 1943 Kasımı’nda, Tito bir Partizan kongresi toplamış ve toplantı sonunda, Güney Slav halklarının eşit olarak katılacağı yeni bir federal Yugoslavya’nın kurulduğu açıklanmıştır. Tito bu devletin mareşali ve devlet başkanıdır. Bu kongrede temsil edilen ve Güney Slavları arasında sayılan Bosnalı Müslümanlar çoğunlukla Tito’nun partizanlarına katılmışlardır. Sonraki 45 yıl boyunca Bosna, Tito Yugoslavyası’nın bir parçası olmuştur.
1980 yılında, Tito’nun ölümünün ardından ülke içinde büyük bir çözülme ve karışıklık dönemi başladı. Özellikle Slovenya ve Hırvatistan’daki çözülme, Sırp başkan Miloseviç’in radikal Sırp milliyetçiliğini körüklemesi ve Sırpların merkezi otoritedeki gücünü artırmak istemesi, Sırp olmayanların tepkilerini artırdı, etnik gruplar arasındaki gerilim tehlikeli bir seviyeye ulaştı.
1990’da gerçekleşen seçim sonuçlarına göre, Yugoslavya’yı oluşturan altı cumhuriyette de milliyetçi partiler çoğunluğu kazandı. Bosna seçimlerinde üç etnik gruba bağlı üç milliyetçi parti oyların % 76’sını aldı. İzzetbegoviç’in liderliğindeki Müslüman Demokratik Eylem Partisi, %34 oy ve 220 üyeli mecliste 87 sandalye, Karadziç’in Sırp Demokrat Partisi ise %30 oy, 72 sandalye elde etti. İzzetbegoviç bu sonuçlara göre Bosna’nın yönetimini devraldı. Komünist yönetimlerin sona ermesi, Yugoslavya’nın da sonunu getirmişti. 1991 Haziranı’nda Slovenya ve Hırvatistan bağımsızlıklarını ilan etti, Bosna ve Makedonya da Sırp hakimiyetindeki Yugoslavya’dan ayrılma girişimlerini başlattı.
Bosnalı Sırplar bağımsız bir devletin içinde azınlık olma niyetinde değildiler; Hırvatlar ise Müslüman çoğunluğun yaşadığı bir ülkede bulunmak istemiyorlardı. Miloseviç ve Hırvatların lideri Tudjman, çoktan gizli görüşmeleri başlatmış ve Bosna’yı kendi aralarında bölmüşlerdi. 1991 Kasımı’nda Bosnalı Sırplar kendi aralarında bir referandum yaparak Yugoslav devletine bağlı kalma kararı aldılar. Aralık ayında ise Makedonya, bağımsızlığını ilan etti.
1992 yılında Bosna-Hersek hükümeti, Avrupa Topluluğu’nun talebi üzerine bir referandum düzenledi. Sırplar referandumu boykot ettiler. Ancak oylamaya katılan Müslüman ve Hırvatların % 97’si, bağımsızlık yönünde oy kullandılar. Bağımsızlığını ilan eden Bosna’nın ardından Sırplar da kendi bağımsız devletlerini ilan ettiler.
Nisan 1992 yılında, Sırplar ve Hırvatlar arasında iç savaş başladı, bu savaş sırasında Müslümanlar Sırplara karşı Hırvatların yanında yer aldılar. Yugoslavya ordusunun desteğini alan Sırplar, Bosna’nın %70’ini ele geçirdiler, Saraybosna’yı ablukaya aldılar, korkunç katliamlar düzenlediler ve “etnik temizlik” adını verdikleri soykırım sürecini başlattılar. Hırvatistan’la birleşen Hırvatlar da, 1993 Mayısı’nda Bosna’nın merkezini, Mostar’ın Müslüman bölgesini ve Hersek’i ele geçirmek için eski müttefikleri olan Müslümanlara saldırdılar. Bu çatışmalarda da büyük kayıplar verilmiş, aralarında pek çok kadın, çocuk ve yaşlının da yer aldığı çok sayıda Müslüman katledilmiştir.
Bu dönemde başta bazı Avrupa ülkeleri olmak üzere dünya ülkelerinin büyük çoğunluğu, Müslümanların Avrupa’nın ortasında yaşadıkları katliama seyirci kalmıştır. Müslümanlar için güvenli bölgeler kurulmaya ancak 1995 yılında başlanmış, ama başta Srebrenica olmak üzere, bu bölgelerde yapılan katliamlara da çoğu zaman seyirci kalınmıştır. Savaş sonrasında Srebrenica’da açılan bir toplu mezardan, çocuk kadın ayırt edilmeden katledilmiş yaklaşık 8000 kişinin cesedi çıkartılmıştır. 250 bin kişinin öldüğü, 20 bin kişinin kaybolduğu savaşta, ölenlerin %90’ı Müslümandır. Öldürülenlerin çoğuna da korkunç işkenceler yapılmış, on binlerce Müslüman kadına tecavüz edilmiştir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da yaşanan bu en büyük felaket, tarihe bir utanç vesikası olarak geçmiştir.
1995 yılında Amerika’nın baskısı ve NATO bombardımanının ardından sona eren savaş, ardında büyük bir enkaz bırakmış; Bosnalı Müslümanlar tarihin en büyük felaketlerinden birini yaşamışlardır. Aralık ayında Tudjman, İzzetbegoviç ve Miloseviç arasında Dayton Barış Anlaşması imzalanmıştır. Buna göre Bosna, Müslüman-Hırvat Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti’nden oluşmuş ve yeni devletin anayasası da hazırlanmıştır. Yine bu anlaşmaya göre, başka ülkelere sığınmış olan yaklaşık 2,3 milyon kişilik nüfusun kendi evlerine dönüşü garanti altına alınmıştır. Ülkede konuşlanan barış gücü, 1997’den itibaren İstikrar Gücü haline gelmiştir ve halen bölgede daimi olarak 31 bin kişilik uluslararası askeri güç bulunmaktadır.
Göçmenlerin geri dönüşleri de büyük sıkıntılara sebep olmuştur. Eski yaşadıkları yerler şimdi başka etnik halkların kontrolüne geçmiştir. Yapılan tahminlere göre, 820 bin kişi Bosna içinde yer değiştirmek zorunda kalmıştır. Sığınmacıların geri dönüşüyle bazı gruplar arasında çeşitli sorunlar yaşanmıştır.
Avrupa Güvenlik ve İş Birliği Örgütü’nün denetiminde gerçekleşen 1996 ulusal ve 1997 yerel seçimlerinden galip çıkan partiler yine her grubun kendi etnik milliyetçi partisi olmuştur.

Sırplar ve Hırvatlar, 1993 Mayısı’nda Bosna’nın merkezini, Mostar’ın Müslüman bölgesini ve Hersek’i ele geçirmek için eski müttefikleri olan Müslümanlara saldırdılar. Bu çatışmalarda da büyük kayıplar verilmiş, aralarında pek çok kadın, çocuk ve yaşlının yer aldığı çok sayıda Müslüman katledilmiştir.

1998 Eylülü’nden itibaren politik ortamda belirgin değişiklikler yaşanmıştır. Ilımlı Bosna-Hersek Partisi’nden bir üye, Müslüman-Hırvat Federasyonu tarafından ortak başkan olarak kabul edilmiştir. Aynı dönemde ılımlı bir Sırp aday ise milliyetçilere karşı üstünlük sağlamıştır. Yönetimdeki diğer mevkileri ise İzzetbegoviç ve Ante Jelaviye almışlardır. Sırp Cumhuriyeti’nde başkanlık için yarışan Plavsiye, aşırı milliyetçi bir Sırp olan Nikola Poplasen tarafından yenilgiye uğratılmıştır.
Bütün bu karmaşık politik tablodan da anlaşılacağı gibi, Bosna, görünüşte bir barış ortamı yaşamaktadır ancak etnik gruplar arasında her an bir kışkırtma yaşanabilir, zorlukla sağlanan düzen yeniden bozulabilir. Mevcut durumun korunmasında, İstikrar Gücünün, Avrupa Devletlerinin tavırlarının, aşırı milliyetçi akımları bastıracak fikri çalışmaların önemli katkısı olacaktır. Bu şekilde, büyük felaketler yaşamış Müslüman halkın geleceği güvence altına alınabilir.

Türkiye – Bosna-Hersek İlişkileri
Bosna ile Türkiye arasındaki derin tarihi bağlar dolayısıyla Bosna-Hersek, Türk dış politikasında özel bir yere sahiptir. Türkiye, uluslararası alanda tanınmış sınırları içerisinde Bosna-Hersek’in toprak bütünlüğünün, egemenliğinin ve bağımsızlığının korunması gerektiğine inanmaktadır. Türkiye, Barışı Uygulama Konseyi ve Yönlendirme Kurulu’nun bir üyesi olarak Dayton Barış Anlaşması’nın tam olarak uygulanmasını başlangıçtan itibaren desteklemiştir. Türkiye’nin dileği, Dayton Barış Anlaşması’nda çizilen çerçeve içinde Bosna-Hersek’in barış, huzur ve güvenliğe kavuşması, ekonomik ve sosyal yönden gelişmesidir.
Özellikle son dönemde, sadece Dışişleri Bakanlığımız’ın değil, Kültür Bakanlığımız’ın da Bosna’daki faaliyetlerinde bir artış gözlenmektedir. Ancak Bosna’yı büyük felaketlere sürükleyen etnik sorunlar, gerçek ve kalıcı bir çözüme kavuşmamıştır. Mevcut barış ortamı çok hassas dengeler üzerine kuruludur ve hiç beklenmedik anda gerilimler yeni bir felaketle sonuçlanabilir. Bu nedenle, Bosna-Hersek’in ekonomik, siyasi ve kültürel yönden desteklenmesi, Türkiye açısından çok önemli bir sorumluluktur. Bosna, hem Türkiye için tarihi bir dost ve müttefik, hem de Türkiye’nin Avrupa’ya açılan bir kapısıdır.
Türkiye bu sebeple Bosna’da yaşayan Müslümanlara yönelik yeni bir politika geliştirmeli, bu politika çerçevesinde Türkiye’ye güvenen ama istediği desteği bulamayan Boşnakların kalbini kazanacak faaliyetlere girişmelidir. Türk iş adamlarının Bosna’da gerçekleştirecekleri ekonomik faaliyetler, her türlü sosyal-kültürel etkinlikle desteklenmelidir. Son dönemde inşaatı sona erdirilen Mostar Köprüsü’nün Türkler’in katılımıyla yapılması, güzel bir örnek ve uzun yıllar yaşayacak bir sembol olmuştur.

Sırbistan-Karadağ ve Kosova
Sırbistan toprakları uzun savaşlardan sonra 1459 yılında Osmanlı İmparatorluğu’na geçmiştir. Bu iktidar 1815 yılına kadar sürmüş, bu tarihten sonra Sırbistan bağımsızlığını kazanmıştır. 1877-78 Türk-Rus Savaşı’nda Sırbistan, Türkleri Balkanlar’dan çıkartmak için Rusya’yla ittifak yapmıştır. 1912 ve 13’te, Balkan Savaşları’na aktif olarak katılan Sırbistan bu savaştan sonra topraklarını Makedonya, Sancak ve Kosova dahil olmak üzere genişletmiştir. Ancak bu genişleme Avusurya-Macaristan’ı tedirgin etmiş, Avusturya-Macaristan’ın müdahalesi ile Sırp ilerlemesi durdurulmuştur. I. Dünya Savaşı’nın ardından Sırp, Hırvat ve Karadağ liderleri, Sırp-Hırvat-Sloven Krallığını ilan etmiş ve adını Yugoslavya Krallığı koymuşlardır. II Dünya Savaşı’nda ülkeyi işgal eden Almanların yenilgiye uğramasının ardından Yugoslav Cumhuriyeti ilan edilmiş, Kosova ve Voyvodina 1946 yılında otonom bölge ilan edilmişlerdir.


İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki dönemde, Tito’nun önderliğindeki yeni Yugoslavya’da etnik gerilim geçici de olsa bastırılmış, ancak Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte eski ön yargılar, özellikle de fanatik Sırp milliyetçilerinin baskıcı zihniyeti yeniden su yüzüne çıkmıştır. Sırpların 1989 yılından itibaren diğer Yugoslav Cumhuriyetlerini kontrol etmek için girişimlere başlaması gerilimi artırmış ve önceki bölümde değindiğimiz korkunç olayların başlamasına yol açmıştır.

1989 yılında Sırplar, Kosova ve Voyvodina’nın otonom yapısını iptal etmişlerdir. Yugoslavya iç savaşı sırasında ise azınlıkların yoğun olarak yaşadığı bu bölgeler, Sırpların baskı ve şiddet uyguladıkları yerler olmuştur.
Savaşın ardından imzalanan Dayton Anlaşması, bölgeye göreceli bir barış getirmiş, Sırplar azınlıklara karşı daha insaflı bir politikaya yönelmişlerdir. 1998 Mayısı’nda Miloseviç’in bazı politik oyunları Karadağ tarafından tepkiyle karşılanmış, bölgede büyük bir gerginlik yaşanmasına sebep olmuştur.
Kosova’da ise, bölgenin otonomisini kaybetmesinin ardından Arnavut çoğunluk Sırp hükümetinin zulmüne direnmiştir. Sırp yönetimi Arnavutlara karşı büyük baskılar uygulamış, Arnavutlar ise haklarını ve hatta yaşamlarını korumak için kendi içlerinde organize olmaya çalışmışlardır. 1990 yılında kurulan Kosova Kurtuluş Ordusu ile Sırp güvenlik güçleri arasında çatışmalar başlamış ve bu 1997-98 yıllarında yoğunlaşmıştır. Ardından, Sırp ordusu ve polisi büyük bir harekat başlatmış, meydana gelen çatışmalarda yüzlerce insan ölmüş, 200 binden fazla Arnavut, evini terk etmek zorunda kalmıştır. NATO’nun hava saldırısı tehdidi, Miloseviç’in Kosova’dan çekilmesini sağlamıştır. Ancak Miloseviç’in uzlaşmaz tavırları nedeniyle Kasım ayından itibaren çatışmalar yeniden başlamıştır. Yine NATO’nun tehditleriyle başlayan bir seri barış görüşmesi ise bir sonuç alınamadan 1999 yılında sona ermiştir.
Miloseviç, Kosova’ya NATO güvenlik güçlerinin yerleştirilmesini reddetmiştir. Bu durum uluslararası toplumun bir müddet sonra ABD öncülüğünde Sırp zulmüne müdahale etmesine neden olmuştur. Aynı sırada Sırpların etnik Arnavutlara yönelik saldırıları da yoğunlaşmış; köyler yakılmış, halk göçe zorlanmıştır. Bu dönem zarfında yaklaşık 640 bin kişi Kosova’yı terk etmek zorunda kalmıştır. En sonunda 10 Haziran tarihinde alınan BM kararıyla bölgeye 50 bin kişilik Barış Gücü gönderilmiş ancak sayıları 780 bini bulan sığınmacıların yaşadığı büyük felaketi telafi edememişlerdir. Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi halen bu felaketlerin baş sorumlusu olan Miloseviç’i yargılamaktadır.

Kosova’da Müslüman- Türk Halkın Durumu

Sırp yönetimi Arnavutlara karşı büyük baskılar uygulamış, Arnavutlar ise haklarını ve hatta yaşamlarını korumak için kendi içlerinde organize olmaya çalışmışlardır. 1990 yılında kurulan Kosova Kurtuluş Ordusu ile Sırp güvenlik güçleri arasında çatışmalar başlamış ve bu 1997-98 yıllarında yoğunlaşmıştır. Ardından, Sırp ordusu ve polisi büyük bir harekat başlatmış, meydana gelen çatışmalarda yüzlerce insan ölmüş, 200 binden fazla Arnavut, evini terk etmek zorunda kalmıştır. 1389 yılında yapılan Kosova Savaşı’nın ardından, Türkler Kosova’ya yerleşmeye başlamışlardır. Yaklaşık 400 yıl süren Osmanlı hakimiyeti boyunca Türkler Prizren, Priştine, Vıçıtırın, Nobırda gibi bölgelerde yerleşmişlerdir. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan itibaren, bölgenin Müslüman-Türk nüfusu Anadolu’ya göç etmeye başlamıştır. Sadece 1912-1941 yılları arasında yaklaşık 600 bin kişi göç etmek zorunda kalmıştır.
Günümüzde bu bölgede yaşayan Türkler’in 60 bin ve Türkçe konuşanların nüfusu yaklaşık 250 bin kişi olarak tahmin edilmektedir. Ancak devamlı göçler ve baskılar bu sayıda bazı değişimlere sebep olmaktadır, Türk olmayan Müslümanlar ise Arnavut’turlar. Nüfusun %85 gibi büyük bir çoğunluğunu da oluşturan Arnavutların yaklaşık olarak % 70’i Müslümandır.
Kosova’da yaşayan Müslüman-Türk nüfus, Osmanlı’nın bölgeden çekilmesinin ardından yalnız ve korumasız kalmıştır. Balkan Savaşları, I. ve II. Dünya Savaşı, komünist yönetim, Yugoslav iç savaşı gibi büyük felaketler atlatan dindaş ve soydaşlarımız, bugüne kadar tüm güçleriyle hayatta kalmayı ve bulundukları bölgenin politik, sosyal ve kültürel hayatında etkili olmayı başarmışlardır.
1999 yılında sona eren savaşın ardından getirilen yeni düzenlemelerle birlikte, Müslüman-Türk gruplar için yeni bir dönem başlamıştır. Politikaya, sosyal hayata katılım artmış, kültürel faaliyetler daha geniş çaplı olarak uygulanır olmuştur. Bütün olumlu gelişmelere rağmen Kosova’da da, Yugoslavya’nın diğer bölgelerinde yaşanan gerginlik kendini belli etmektedir. Nitekim kısa süre önce ülkedeki reformların öncülerinden Sırbistan Başbakanı Zoran Djindjic’in silahlı saldırı neticesinde hayatını kaybetmesi, ülkede sorunların tam anlamıyla çözülemediğinin bir göstergesidir.
Savaşın ardından Türk nüfusun içinde de belirli bir ayrılık yaşanmış, ortak karar almakta, politika üretmekte sorunlar yaşanmıştır. Yeni yönetim döneminde Türkçe’nin resmi dil olarak tanınmaması, Türkler’in yaşadığı önemli bir sorun olmuştur. Bu gelişmeyi protesto eden Türkler, 28 Ekim 2000 tarihli seçimlere katılmama kararı almışlardır. Türk Dışişlerinin devreye girmesiyle birlikte BM Kosova Yüksek Temsilcisi Bernard Kouchner bir açıklama yapmış ve Türkçe’nin Türk toplumunun yaşadığı belediyelerde, Arnavut ve Sırp diliyle eşit olarak kullanılma hakkını tanımıştır.
Özgür ve demokratik bir ortamın varlığı, Müslüman-Türk halkın yaşadığı sorunların çözümünü de kolaylaştırmaktadır. Kosova halkını oluşturan tüm etnik gruplar 17 Kasım 2001 tarihinde özgür bir seçim ortamında oy kullanmış, yeni Meclis İbrahim Rugova’yı Kosova Geçici Öz Yönetim kurumlarından Kosova Başkanlığı görevine atamış, Bayram Rexhepi başkanlığında da Kosova Hükümeti kurulmuştur. Türkler bu seçimlerde Meclis’e üç temsilci göndermeyi başarmışlardır. Kosova’da 26 Ekim 2002 tarihinde gerçekleştirilen yerel seçimlerde ise Kosova’daki Türk azınlığı temsil eden Kosova Demokratik Türk Partisi seçimlere ilk kez katılmış, Prizren ve Priştine Belediye Meclislerinde temsil hakkı elde etmiştir.
Kosova’da, Prizren, Mamuşa, Priştine, Vıçıtırn gibi şehirlerdeki ilköğretim okullarında, 104 sınıfta 2 bin öğrenci, 3 anaokulunda 100 öğrenci, 6 lisedeki 19 sınıfta 450 öğrenci ve 1985 yılında Priştine Üniversitesi’nde açılan Türkoloji Bölümü’nde 50 öğrenci eğitim görmektedir. Türkler, Kosova’da Türk kültürüne göre yaşamaktadırlar.

Türkiye, Sırbistan-Karadağ ve Kosova İlişkileri

Türkiye, kanlı savaşın ardından parçalanmış Yugoslavya topraklarında, yeniden barış ve huzurun hakim olmasını dilemektedir. Bölgede yaşayan toplumlar arasında birtakım gerginlikler hissedilse de, hem dış baskılar hem bilinçli kişilerin iş başında olması hem de yaşanan felaketten alınan dersler, bu gerginliğin ön plana çıkmasına engel olmaktadır. Özellikle bu yeni cumhuriyetlerin bir kısmının yakın gelecekte AB’ye katılacak olmaları, aşırı milliyetçiliği ve düşmanlıkları ikinci plana itmektedir. Bütün bu olumlu şartlara rağmen bölgenin bir barut fıçısına dönmesi o kadar uzak bir ihtimal değildir. Türkiye’nin bu tehlikeye karşı sürekli olarak gerginlikleri yatıştırıcı bir politika izlemeye devam etmesi, çok isabetli olacaktır.

Kosova’da yaşayan Müslüman-Türk nüfus, Osmanlı’nın bölgeden çekilmesinin ardından yalnız ve korumasız kalmıştır. Balkan Savaşları, I. ve II. Dünya Savaşı, komünist yönetim, Yugoslav iç savaşı gibi büyük felaketler atlatan dindaş ve soydaşlarımız, bugüne kadar tüm güçleriyle hayatta kalmayı ve bulundukları bölgenin politik, sosyal ve kültürel hayatında etkili olmayı başarmışlardır.
Savaş sonrası dönemde, özellikle de Miloseviç’in devrilmesiyle, Türkiye’nin Sırbistan’la ilişkilerinde gelişmeler olmuş, yeni hükümetle birlikte karşılıklı ilişkilerde çeşitli ilerlemeler sağlanmıştır. Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’ni oluşturan Sırbistan ve Karadağ Cumhuriyetlerinin, eşit iki üye devlet olarak ortaklık temelinde yeni bir yapı ve yeni bir birlik oluşturma süreci, 14 Mart 2002 tarihinde Belgrad’da imzalanan anlaşma uyarınca başlatılmıştır. Yugoslavya Federal Cumhuriyeti, Federal Parlamento’da 4 Şubat 2003 tarihinde kabul edilen Anayasal Şart çerçevesinde “Sırbistan ve Karadağ” adını almış ve eşit iki üye devletin ortaklığına dayanan bir devlet birliği kurarak yeniden yapılanma sürecine girmiştir.
Bu pozitif gelişme, bölgenin barışına da büyük bir katkıda bulunmuştur. Türkiye, Balkanlar’da önemli bir unsur olan Sırbistan’la olan sorunlarının büyük bir kısmını halletmiş, geri kalan sorunlar ise müzakereler yoluyla çözüm aşamasına girmiştir. Özellikle bölgede yaşayan Müslüman-Türk nüfusun sorunlarıyla ilgili olarak Türkiye’nin yaptığı girişimler başarıyla sonuçlanmıştır. Bundan sonraki dönemde de, Türkiye’nin Sırbistan ve Karadağ ile olan ilişkilerini güçlendirmesi hem Balkanlar’da huzur ve güven ortamının doğmasına katkıda bulunacak hem de Müslüman-Türk nüfusun haklarının savunulmasında güçlü bir imkan elde edilecektir.
Kosova konusunda ise Türkiye, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1244 sayılı kararının eksiksiz uygulanmasına destek vermekte, KFOR, UNMIK ve AGİT Misyonu’na asker, polis ve uzmanlar sağlayarak Kosova’nın güvenlik ve istikrarına katkıda bulunmaktadır. Türkiye, bölgeyle yüzyıllardır süregelen tarihi ve kültürel bağları dolayısıyla Kosova ile ilgili gelişmeleri yakından takip etmektedir. Müslüman Arnavutların ve Türk azınlığın, kazanılmış haklarının korunmasına ve Kosova’nın siyasi ve idari yapılarında adil ve hakça temsiline büyük önem verilmektedir. Kosova’da yaşayan ve Türkiye’de çok sayıda akrabası olan Türkler, bir yandan politik ve ekonomik, diğer yandan da sosyal ve kültürel faaliyetlerini artırarak Sırbistan ve bölge ülkeleriyle Türkiye arasında bir dostluk köprüsü oluşturmalıdır.
Türkiye’nin gözü Kosova’da olmalı, bölgedeki Türkler’in bu yöndeki tüm faaliyetleri dostluk ve iyi komşuluk kuralları çerçevesinde desteklenmelidir. Kosova’da yaşayan Türkler’in en büyük sorunlarından biri ise işsizliktir. Türk iş adamları bu bölgeye yatırım yapmalı, bölgede bir Konsolosluk ve Türk Kültür Merkezi açılmalıdır. Kosova’da yaşayan halkın % 90’ı Müslümandır. Ancak halkın özellikle de çoğunluğu oluşturan Arnavut Müslümanların arasında İslam bilgisi ve kültürü daha da geliştirilmelidir. İslam ahlakının en güzel şekilde anlatılması ve yayılması, Kosova’da yaşayan Müslüman Arnavut ve Türkleri birleştiren önemli bir unsur olacaktır.

Romanya
Romanya, Balkanlar’da büyük öneme sahip bir devlettir. Çok eski zamanlardan itibaren çeşitli toplulukların yerleştiği Romanya toprakları, Orta Asya’dan göç eden Türkler’in geçiş ve yerleşim noktalarından biri olmuştur. Hunlar, Avarlar ve Bulgarlar bu bölgede yerleşmiş, Slavlar bölgeye Hıristiyanlığı getirmişlerdir. 1003 yılından itibaren Macar Krallığı bölgede hakim olmaya başlamıştır. 13. yüzyıldan itibaren Macar yönetim tarafından ülkeye Sakson ve Germen kabileler yerleştirilmiştir. Bu işgaller, yerli halkın Eflak (Wallachia) ve Boğdan (Moldavya) bölgesine kaymasına yol açmıştır. Bu bölgeler “Voyvoda” adı verilen ve daha çok Macar veya Polonya kontrolündeki prensler tarafından yönetilmeye başlanmıştır.
1418 yılında Dobruca’yı fetheden Osmanlı İmparatorluğu’nun bu bölgedeki etkisi, 1526 yılındaki Mohaç Savaşı’nın ardından tam olarak hissedilmeye başlamıştır. Eflak ve Boğdan eyaletleri 1821 yılına kadar, genel olarak İstanbul’un Fener semtinden seçilen Rum aileler tarafından yönetilmiştir. Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından 1829 yılında imzalanan Edirne Anlaşması’yla Eflak ve Boğdan’ın yönetimi Ruslara geçmiştir. 1857’de iki eyalet birleşerek Romanya adını almış, Alexandru Ion Cuza prens seçilmiştir. 1877-78, yıllarında yaşanan Rus-Türk savaşları ise, Osmanlı’nın bölgedeki varlığını tamamen sona erdirmiştir.
Romanya tam bağımsızlığını 1878 yılında elde etmiştir. I. Dünya Savaşı sırasında Romanya, bu ülkelerde yaşayan büyük Romen nüfusuna dayanarak, Avusturya-Macaristan ve Alman topraklarından pay almayı hedeflemiştir. Nitekim savaşın ardından topraklarını yaklaşık iki katına çıkarmayı başarmıştır.

II. Dünya Savaşı boyunca Nazi Almanyası’nın müttefiki olan Romanya’da general Ion Antonescu diktatörlüğü hakim olmuştur. Savaş sırasında Rusya’ya saldıran ve büyük kayıplara uğrayan Romanya, Kral Michael’in iktidarı devralmasıyla birlikte 1944 yılında Almanya’ya savaş açmıştır. Ülkede artan Sovyet etkisi, komünizmin hakimiyetini getirmiştir. Uzun yıllar baskıcı bir komünist rejimle yönetilen Romanya, Stalin’in 1953 yılında ölmesinin ardından Sovyetler’den uzaklaşmaya başlamıştır.
1965 yılında Çavuşesku’nun ilan ettiği yeni anayasa, Sovyetler’in ülke üzerindeki kontrolünü iyice azaltmıştır. Bu dönemde başta Amerika olmak üzere Batı ülkeleriyle yakınlaşmaya devam edilmiştir. Ancak dışarıya karşı olumlu mesajlar veren Çavuşesku, ülke içinde kanlı komünist iktidarı sürdürmüş, halkın büyük felaketler yaşamasına, açlık ve sefalet içinde ölmesine sebep olmuştur. 1989 yılında hükümet karşıtı gösterileri vahşi bir şekilde bastıran Çavuşesku, kısa bir süre sonra Bükreş’e kaçmak zorunda kalmış ancak bir müddet sonra yakalanmış ve yargılanarak idam edilmiştir.
Onun yerini alan İliescu da aynı baskıcı politikaları devam ettirmiş ve kısa süre sonra iktidarı bırakmak zorunda kalmıştır. 90’lı yıllarda aşırı milliyetçi akımlar güç kazanmış, başta Çingeneler olmak üzere, etnik azınlıklara karşı şiddet eylemleri başlamış, 1992 yılında Almanya’ya kaçan 43 bin Çingene Romanya’ya geri gönderilmiştir. Romanya özellikle uluslararası toplumun bu konuda tepkisinden sonra, azınlık haklarında çeşitli iyileştirmeler yapmak zorunda kalmıştır. 1996 yılında yapılan seçimlerle, ilk defa anti-komünist bir koalisyon seçimi kazanmış ve Emil Constantinescu yeni başkan seçilmiştir. Bu tarihten itibaren, Romanya’da pozitif gelişmeler artmış AB ve NATO’ya üye olma yolunda önemli adımlar atılmıştır.

Romanya’da Müslüman-Türk Azınlık
Romanya’da, büyük çoğunluğu Dobruca eyaletinde olmak üzere Oğuz, Kırım, Gagavuz kökenli yaklaşık 100 bin Türk yaşamaktadır. Türkler’in bu bölgeye gelişi Osmanlı’dan çok öncesine kadar uzanmaktadır. Orta Asya’dan göç eden Türkler’in bir kısmı bu bölgede yerleşmiştir. 13. yüzyıla kadar devam eden bu göçler, M.Ö. 375 yıllarında Batı Hun Türkleri’yle başlamış, Avar Türkleri , Bulgarlar, Peçenekler, Kuman Türkleri’yle devam etmiş, en son Tatar Türkleri Dobruca bölgesinde yerleşmişlerdir. 1263 yılında Sarı Saltuk önderliğindeki Anadolu Selçukluları Babadağ’a yerleşmiş, daha sonra Osmanlı’nın Dobruca’ya yerleşmesinin yolunu açmıştır. II. Beyazid döneminde Dobruca’ya yerleşen Oğuz Türkleri, burada uzun süredir yaşayan soydaşlarıyla kaynaşmış, yüzlerce köy ve şehir kurarak bölgeyi tam bir Türk yurdu haline getirmişlerdir. Dobruca’ya bir büyük göç dalgası da 1783 yılında Kırım’ın Ruslara geçmesiyle yaşanmış, bu tarihte birçok Kırım Türkü Dobruca’ya göç etmek zorunda kalmıştır.
Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından bölgeyi ele geçiren Romanya’nın Romenleştirme politikası sonucunda Türkler bölgeden ayrılmak zorunda kalmış, bu zorunlu göçler 1910 yılına kadar devam etmiştir. Komünist rejim döneminde de bölgeden Anadolu’ya yapılan göçler artmıştır. Bu yoğun nüfus kaybı yüzünden Türkler’in sayısı yaklaşık 250 binden, günümüzdeki sayısına düşmüştür41; bu Türkler’in % 88’i Köstence’de, % 12’si Tulça’da yaşamaktadır.
Bugün Romanya’da yaşayan Türkler’in fazla bir sıkıntısı yoktur. Kendilerine her türlü özgürlük tanınmıştır ve azınlık hakları gerektiği gibi uygulanmaktadır. Türk nüfus, Romanya’da yönetimle barışık ve uyumlu bir biçimde yaşamakta bir yandan bulundukları ülkenin politik, ekonomik ve sosyal hayatına katılımda bulunmakta bir yandan da Türkiye ile Türkiye’deki akrabalarıyla olan bağlarını canlı tutmaktadırlar. Çok sayıda dergi, gazete, ve radyodan sesini duyuran, çeşitli dayanışma dernekleri ve vakıf çatısı altında toplanan Türkler, ilkokuldan üniversite son sınıfa kadar Türkçe eğitim görmektedirler.

Romanya-Türkiye İlişkileri
Yakın bir tarihte NATO ve AB üyesi olacak olan Romanya ve Türkiye arasındaki ilişkiler son derece olumlu bir dönemden geçmektedir. Ancak gerek ekonomik gerekse de kültürel alanda, bu ilişkiler olması gereken seviyenin çok altındadır. Halbuki iki ülke, ortak bir tarihi paylaşmakta, Romanya’daki mevcut Türk nüfus, iki ülkeyi birbirine bağlamaktadır. İki ülkenin yakınlığı, Balkanlar için de bir istikrar ve barış unsuru olarak algılanmaktadır. Türkiye, Romanya’nın NATO üyeliğini parlamentosunda kabul ettiği bir yasa ile destekleyen tek ülke olarak, 2002 yılı Kasım ayında Prag’ta yapılan zirvede bu ülkenin NATO üyeliği için davet almasını memnuniyetle karşılamıştır.
Romanya’da, diğer Balkan ülkelerinde yaşanan Müslüman-Türk düşmanlığı yaşanmamıştır. Bu yüzden iki ülke arasında fazla bir gerginlik olmamıştır. İki ülke arasındaki ticaret ise özellikle son yıllarda yüksek bir seviyeye ulaşmıştır. Türkler’in bu ülkedeki ekonomik varlığı, 7 bin şirket ve yaklaşık 15 bin yatırımcı olarak belirtilmektedir. Romen Parlamentosu’nda da üç Türk milletvekili bulunmaktadır.
Türkiye, diğer Balkan ülkelerinde uygulaması gereken kültür ve ekonomi politikasını burada da hayata geçirmeli, Türk azınlığın ekonomik problemlerini çözecek girişimlerde bulunmalı, kültürel varlıklarını ve geleneklerini yaşatacak faaliyetleri güçlü olarak desteklemelidir.

Makedonya
8 Eylül 1991 tarihinde Makedonya’da halk oylaması yapılmış ve bağımsızlık ilan edilmiştir. Böylece Slovenya ve Hırvatistan’ın ardından Makedonya da Yugoslavya Federasyonu’ndan ayrılmıştır. Nisan 1993’te BM’e kabul edilen Makedonya, ilk dönemlerde çeşitli ekonomik sıkıntılar yaşamış, bu sorunlar hükümet değişiklikleriyle sonuçlanmıştır. Ekonomik sıkıntının asıl sebebi, Makedonya isminin kullanılmasından rahatsız olan Yunanistan’ın uyguladığı ekonomik engeller olmuştur. Yunanistan’ın 1995 yılında ekonomik ambargodan vazgeçmesi, Makedonya ekonomisinin iyileşme sürecine girmesini sağlamıştır. Aynı yıl, Başbakan Gligorov’un arabasına bombalı saldırı düzenlenmiş, ancak 1996 yılında Başkan iyileşerek görevine geri dönmüştür.
1998 yılının Mart ayında, Kosova’da, Sırp polis gücü Arnavutlara karşı saldırıya geçmiş , BM, bölgeye müdahale etmesi için yeni birlikler göndermiştir.
NATO’nun Yugoslavya’ya yaptığı saldırının ardından yaklaşık 245 bin sığınmacı, Makedonya’ya kabul edilmiştir. 1999 yılında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimini Türk azınlığın da desteklediği Boris Trajkovsky kazanmıştır.

Makedonya’da Müslüman-Türk Varlığı
Türkler’in Makedonya’daki tarihi, 1500 yıl önce göç eden Orta Asya Türk topluluklarıyla başlamıştır. Osmanlı’nın Balkanlar’daki ilk fetihleri de Makedonya civarında olmuş, 1372’de Köstendil, 1380’de İştip, 1382’de Manastır ardından da Ohri alınmış, 1389 Kosova Savaşı’nın ardından bölgenin tamamına yakını Osmanlı topraklarına katılmıştır. Osmanlı’nın en uzun süre elinde kalan Balkan toprağı da Makedonya olmuştur. Başta Üsküp, Selanik, Manastır, Serez, Köprülü, Vardar Yenicesi, Kalkandelen, Gostivar olmak üzere bölgedeki yerleşim merkezleri Anadolu’dan gelen Türkler’le dolup taşmıştır.
Balkan Savaşları’na kadar olan dönemde, bölgede büyük bir Müslüman-Türk nüfus bulunmaktadır. 1904 yılında Sırbistan ve Bulgaristan’dan göçenlerle birlikte Makedonya’da 1,5 milyon Türk’ün yaşadığı söylenmektedir.42 Balkan Savaşları ve Yunanistan’la yaşanan mübadelenin ardından Arnavutluk dışında, Balkanlar’da yaşayan Müslüman nüfus sayısı yaklaşık 600 bine kadar düşmüştür. 1953 ve 1994 yıllarında yapılan nüfus sayımları kıyaslandığında, Makedonya’da yaşayan Türkler’in sayısının 203 binden 78 bine gerilediği görülmektedir.
Makedonya’da bugün ”Türk Demokratik Birliği” kurulmuştur ve birlik, bölgede yaşayan Türkler’i temsil etmektedir. Makedonya’da Türkçe gazete, dergi yayınlanmakta, aynı zamanda Türkçe radyo yayınları da yapılmaktadır. Makedonya’da Türkler arasında eğitim Türkçe’dir. Doğu Makedonya’da 4 yıllık Türkçe eğitim alma hakkı vardır. Halen mevcut ilköğretim kurumlarında 264 öğretmen görev yapmaktadır. Gostivar’da bir genel lise ve bir meslek Iisesi ile Kalkandelen’de bir meslek Iisesinde Türkçe öğretim yapılmaktadır. Üsküp’te de bir Iisede Türkçe öğretim verilmektedir. Üsküp ve Manastır Üniversitesi’nde Türkler’e çok az bir kontenjan ayrılmaktadır. Makedonya Türkleri bu okullara yoğun ilgi göstermektedir.

Türkiye – Makedonya İlişkileri
Son dönemlerde Balkan ülkeleriyle kurulan ilişkilerde yaşanan olumlu gelişmeler Makedonya için de geçerlidir. Özellikle Türkiye’nin bu ülke ve topraklarla olan tarihsel bağı, Türkiye’yi bölgeye yakınlaştırmakta, buranın sorunları hakkında daha hassas olmasına sebep olmaktadır.
Türkiye, Makedonya Cumhuriyeti’nin güvenliğine, istikrarına, refahına ve toprak bütünlüğüne büyük önem vermektedir. 13 Ağustos 2001’de imzalanan “Çerçeve Anlaşması”nı ve anlaşma uyarınca yapılan anayasal değişikliklerin kabulünü memnuniyetle karşılamıştır. Türkiye, “Çerçeve Anlaşması”nın ruhuna uygun olarak, Makedonya’daki Türk azınlığın özgürce temsil edilmesini önemli bulmaktadır. Yine aynı anlaşma uyarınca silahların toplanmasını denetlemek ve ülkede güvenlik ortamını sağlamak amaçlı NATO operasyonlarına katkıda bulunmakta, ayrıca Avrupa Güvenlik ve İş Birliği Teşkilatı (AGİT) Makedonya Gözlem Misyonuna da personel sağlamaktadır. Türkiye, AB’nin Makedonya’daki NATO Misyonu’nu devralmasından sonra NATO destekli AB Operasyonu’na (Concordia) da katılmaktadır.
Bu örneklerden de anlaşılacağı gibi, Türkiye bölgede aktif olarak bulunmaktadır. Ayrıca bu ülkede ekonomik, sosyal ve kültürel alanda gelişmelere imkan tanıyacağı için, Makedonya’nın bölgesel ve uluslararası birliklere katılması da Türkiye tarafından güçlü bir şekilde desteklenmektedir.
Makedonya’da Müslüman-Türk azınlık için yapılması gereken girişimler bütün Balkanlar için geçerlidir. En başta bölgede yaşayan Müslüman-Türkler’in sorunlarını doğrudan dile getirebilecekleri elçilikler açılmalı, soydaşlarımızın kültürünü yaşatacak kültür merkezleri kurulmalı, Kültür Bakanlığı’nın öncülüğünde, bölgedeki çok sayıda tarihi eserin restorasyonu gerçekleştirilmelidir. Bu girişimler, Makedonya anayasasının 44-49. maddeleri tarafından desteklendiği için hukuki bir sorun da teşkil etmemektedir.

Arnavutluk, Slovenya, Hırvatistan ve Türkiye

Arnavutluk, Balkanlar’da Türkiye’nin en yakın ilişkiler kurduğu ülkelerin başında gelmektedir. 1430 yılından itibaren Osmanlı yönetimine geçen Arnavutluk, 1912 yılına kadar, neredeyse 5 asır boyunca Türkler’le ortak bir tarihi ve kültürü paylaşmıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Komünist Enver Hoca diktatörlüğü altına giren Arnavutluk, bu dönem boyunca büyük baskılara maruz kalmış, Enver Hoca Arnavut halkını ateistleştirmek için zalim bir baskı politikası izlemiş, topluma büyük acılar çektirmiştir. Komünist iktidarın ardından kurulan yeni cumhuriyetle birlikte ise bu kötü günler geride kalmıştır. Türkiye ile olan ilişkilere büyük önem verilmiş, Türkiye de bu ilgiye aynı derecede karşılık vermiştir.
Avrupa’nın ortasında, nüfusunun neredeyse %80’i Müslüman olan Arnavutluk, Türkiye’yle yoğun akrabalık bağları olan dost ve kardeş bir ülkedir. İki ülke arasında hiçbir sorun yoktur. Bilakis ilişkiler gün geçtikçe gelişmektedir. İkili ilişkilerin en önemli unsurlarından birini askeri ilişkiler oluşturmaktadır. Türkiye ile Arnavutluk arasında yüksek düzeyde askeri iş birliği mevcuttur. Türkiye, Arnavutluk’un NATO’ya kabul edilmesi için büyük destek vermektedir.
Türkiye ile Hırvatistan arasındaki ikili siyasi ilişkiler uzun bir dönem boyunca gelişme göstermemiştir. Yugoslavya iç savaşında da Türkiye tarafsız kalmak için büyük bir çaba göstermiştir. Ancak son dönemlerde, özellikle üst düzeyde gerçekleşen ziyaretler sonucunda iki ülke arasında önemli gelişmelerin yaşandığı söylenebilir. Türkiye, Balkanlar’da barış ve huzurun yaşanmasına katkı sağlaması açısından, Hırvatistan’ın demokratikleşme sürecini, ekonomisinin yeniden yapılandırılması alanlarındaki ve Avrupa-Atlantik kurumları ile bütünleşme yönündeki çabalarını desteklemektedir.
Türkiye’nin Balkanlar’da en zayıf ilişkiler kurduğu ülke Slovenya’dır. Bir Balkan devletinden çok, bir Orta Avrupa devleti özelliği taşıyan ve 2004 yılında AB üyesi olacak olan Slovenya, ilişkilerin geliştirilmesine müsait bir yapıdadır. Türkiye ve Slovenya dış politikalarında; barış, istikrar, iyi komşuluk ile ikili ve çok-taraflı iş birliğine dayanan ekonomik gelişme gibi, ortak hedefleri paylaşmaktadırlar.


Üstad-ı Azam Celil Layiktez’in açıklamaları masonları bir kere daha kamuoyunun gündemine oturttu. Oysa bu konuda bilinmeyen öyle çok şey var ki… Mesela Atatürk’ün mason olup olmadığı…

Türkiye Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar ( Amc.. Ağızlılar koydukları ve sık sık yazdıkları isme bak.. Sorunları var tabi ib..lerin ) Locası Üstad-ı Azamı Celil Layiktez’in gazetelere yansıyan beyanatı, dikkatleri yakın tarihin karanlık sayfalarına yöneltti. Layiktez’e göre Masonların, Selanik’ten İstanbul’a yürüyen Hareket Ordusu’nun harekátında önemli bir payı bulunuyor. Hatta Abdülhamid’i tahttan indirme kararını tebliğe gönderilen 5 kişinin tamamı Masondu (biz 4 kişi diye biliyorduk).

Masonluk kapalı bir kutu. Belgeler neredeyse yok gibi. Masonluğun Türkiye serüvenini inşa etmek için pek çok parçayı itinayla toplamanız gerekiyor.

Bu yazıda Masonlukla ilgili bazı soruları kısaca cevaplandırmaya çalışacağım. (Kuşkusuz bilgilerimizin hemen tamamen Mason kaynaklarına dayandığı unutulmamalıdır, zaten başka türlüsü de mümkün değildir.)

1. Türkiye’de ilk Mason teşkilatı ne zaman, nasıl kuruldu ve kapatıldı?

Osmanlı Devleti sınırları içinde ilk Mason locası, Lale Devri’nin zevk çılgınlığı içerisinde kurulmuştur. 1721 yılında Galata’da, Arap Camii civarında açılan loca, 1748’de I. Mahmud tarafından kapattırılmış ve Masonluk yasaklanmıştır.

2. Bilinen ilk Türk Masonu kimdir?

Paris’e giden ilk Osmanlı Büyükelçisi Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin oğlu Said Çelebi, kayıtlarda adı geçen ilk Türk Masonudur. Sadrazamlığa kadar yükselmiştir. İlginç olan nokta, ilk Türk matbaasının kurucusu olan İbrahim Müteferrika’nın adının da Mason olarak geçmesidir.

3. Osmanlı Devleti’nde Masonlukla ilgili bulunan ilk belge hangisidir?

Andrea Rizopoulos’un Fener Rum Patrikhanesi Arşivi’nde bulduğu bir belge, Fransız Masonlarına ait bir ayin metni olup Rumcaya yapılan bir çeviridir ve 1747 tarihini taşımaktadır.

4. Yeniçerilikle Masonluk arasında herhangi bir bağlantı var mıydı?

Yeniçeri Ocağı mensupları, Hacı Bektaş Veli’yi pir sayar ve Bektaşi olduklarını iddia ederlerdi. (Gerçi Mevlevi Yeniçerilere rastlamak da mümkündü.) Bektaşilerin, dini konuları biraz geniş yorumladıkları malum. İşte 1826’da II. Mahmud Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırırken, onun dışarıdaki uzantısı ve üssü olarak bilinen Bektaşi tekkelerini kapattırıp Nakşilere devrederken, bir süredir yeniden palazlanan Mason localarının faaliyetleri göze batmış, bu yüzden bir tür Bektaşi kabul edilerek kapatılmışlar, mensupları ise sürgüne gönderilmiştir. Böylece Mason localarını kapatan ikinci padişahın adı da garip bir tesadüfle Mahmud olmuştur.

5.Tanzimat bir Mason darbesi miydi?

Özellikle sağ kesimde Tanzimat’ın bir Mason hareketi olduğu tezi, yaygındır. Buna en güçlü kanıt olarak Tanzimat’ı ilan ettiren Sadrazam Mustafa Reşid Paşa’nın Masonluğunu gösterirler. Elimizde bunu kanıtlayacak somut bir belge bulunmamaktadır. Ancak onun döneminde Mason teşkilatlarına göz kırpıldığını ve 1839’dan sonra verdiği gayri resmi izinle Masonluğun Türkiye’de gelişmeye başladığı inkár olunamaz. Bu süreç, 1854-56 Kırım Harbi yıllarında doruğuna ulaşacaktır. Sonuç olarak Tanzimat’ın bir Mason darbesi olduğu söylenemese de, Masonluğun Türkiye’deki modern tarihinin başlangıcı olduğu gerçektir.

6. V. Murad Mason muydu?

Masonlara göre, evet. Masonluğa girdiği yer: Kadıköy. Tarih: 20 Ekim 1872. Abdülmecid’in Murad dışında iki oğlu, Nureddin ve Kemaleddin de aynı törenle Masonluğa girmişlerdi. Kaldı ki, Abdülhamid’in Çırağan Sarayı’na kapattırdığı V. Murad’ı kaçırmak için Masonlar tarafından iki teşebbüs yapılmıştır. Birincisi Ali Suavi tarafından (20 Mayıs 1878’de başarısızlıkla sonuçlanmış), ikincisi Skalyeri-Aziz Bey Komitesi tarafından (24 Haziran 1878’de ortaya çıkarılmıştır).

7. Abdülaziz’in tahttan indirilmesi ve öldürülmesi bir Mason operasyonu muydu?

Abdülaziz döneminde Masonlar, Abdülmecid dönemindeki rahat çalışma ortamını bulamamışlardı. Onları sıkı bir takibe aldıran Abdülaziz, göz açtırmıyordu. Bu yüzden Mithat Paşa, Ziya Paşa gibi Masonlar tarafından kurulan ve yönetilen bir cunta eliyle 1876 Mayıs’ında tahttan indirilmiş ve birkaç gün sonra Feriye Sarayı’nda ölü bulunmuştu. Bileklerini keserek intihar ettiği söylendi ama Masonlar dahil kimse bu yalana inanmadı, isteyen Celil Layiktez’in makalesinde suicide, ‘intihar’ kelimesinin yanındaki soru işaretine (?) bakabilir. Amaç, Mason yapılan V. Murad’ı yeniden tahta çıkarmaktı.

8. II. Abdülhamid Masonlarla nasıl mücadele etti?

II. Abdülhamid işe Mithat Paşa’yı sürgüne göndermekle başladı ve iktidarı Mason hakimiyetinden kurtarmayı başardı. Hatta bu yüzden Proodos Locası Üstad-ı Muhteremi Kleanti Skalyeri tarafından öldürülmek istendi. Masonları, sıkı kontrol altına alan Abdülhamid, Masonluğun ne olduğunu, amaçlarını ve güçlerini gayet iyi biliyordu ve bu yüzden körü körüne üzerlerine gitmedi. Daha incelikli bir siyaset takip ederek kontrolü altında aldı. Zaman zaman gizli localara baskınlar düzenletip belgelerini ele geçirtmekle birlikte İstanbul’daki İngiliz locasına cömert bağışlarda bulunduğu da biliniyor. Amacı, Avrupa’da kralları ve parlamentoları nüfuzu altına almış bulunan Masonluğu kışkırtmadan kendi istediği yönde kullanmaktı. Hatta yerli bir Mason locası kurup başına geçmek istediği yolunda bir rivayet Mason çevrelerinde yaygındır. Aslında yapmak istediği, Masonları kullanmaktı. Tabii bu, Masonluk için affedilmez bir suç demekti. Cezası da aynı şekilde ağır olacaktı.

9. Hareket Ordusu bir Mason organizasyonu muydu?

Masonluğun Jön Türk devrimine hizmeti gizli saklı bir konu değil. 1901-1908 arasında Makedonya locasında Masonluğa kabul edilen 188 kişiden 23’ünün 2. ve 3. orduya mensup Osmanlı subayları olduğunu biliyoruz. Hareket Ordusu’nun bir kısım subaylarının ve Talat, Manyasizade Refik ve Cavid Beyler gibi İttihatçı önderlerin Masonlukları gerçek olmakla birlikte, mesele Masonlar tarafından kast-ı mahsusla abartılıyor. Sebebi ise basit: Modern Türkiye’nin doğuşu sayılan Jön Türk iktidarını sahiplenmekle bu ülkenin gerçek kurucularının kendileri olduğu mesajını vermiş oluyorlar. Masonlar, İttihatçıların 1910’dan sonra dizginleri ellerine alma çabaları karşısında bu defa onların da aleyhine dönecek ve Osmanlı’nın parçalanmasına yöneleceklerdir.

10. Atatürk Mason muydu?

Bu soruyu sorduk ama görüyorsunuz yerimiz tükendi. Üstelik kısaca cevaplanamayacak kadar önemli bir soru bu. Bu yüzden cevabını gelecek hafta vereceğiz.

Salih Mercan – Star

Türk Milleti’nin tarihi neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir; Türkler binlerce yıldan beri tarih sahnesinde yer almaktadırlar. Bu durum, bilim adamlarının dikkatini çekmiş ve onları Türk kelimesinin kökenini araştırmaya yöneltmiştir. Türk adının kaynağını bulmak amacıyla yapılan araştırmaların sonuçlarına dayanarak çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Kimi uzmanlara göre, Türk adına ilk defa MÖ 14. yüzyılda “Tik” veya “Tikler” şeklinde rastlanılmıştır. Bazı uzmanlar ise bu adın MÖ 14. yy.dan önce de var olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Türkler’in binlerce senelik geçmişi göz önünde bulundurularak, Türk adının nereden geldiğine ilişkin birçok iddia ortaya atılmıştır.
Türkler’in eski dönemlerine ilişkin bilgilerin kökeni çoğunlukla Çin tarihine dayanmaktadır. Çinli tarihçiler MÖ 2000-1000 yılları arasında ilk Türk hükümdarlarından bahsetmektedirler. Bununla birlikte, eski Çin kaynaklarındaki Türk hükümdarlarının ve devletlerinin adları Çince yazılıdır. Bunların Türkçe karşılıkları tam anlamıyla bilinmemektedir. Profesör Erol Güngör’ün deyişiyle, “Bizim atalarımız o çağda “Türk” adıyla anılmıyordu. “Türk” kelimesi bugün bir milletin adıdır ama atalarımız o zaman henüz bir millet halinde değildi. Boy ve aşiretler halinde yaşıyorlardı ve her aşiretin ayrı bir adı vardı.”
Türk adının tarih sahnesine çıkışı MS 6. yüzyılda kurulan Göktürk milleti ile olmuştur. Orhun kitabelerinde yer alan “Türk” adı daha çok “Türük” şeklinde gösterilmiştir. Yani, Türk kelimesini ilk defa resmi olarak kullanan siyasi teşekkül Gök-Türk İmparatorluğu olmuştur. Göktürkler’in ilk dönemlerinde Türk sözü bir devlet adı olarak kullanılmışken, daha sonra Türk Milleti’ni ifade etmek için kullanılmaya başlanmıştır.
Çin İmparatoru MS 585 yılında, Gök-Türk Kağanı İşbara’ya gönderdiği mektupta “Büyük Türk Kağanı” diye hitap etmiştir. İşbara Kağan’ın Çin İmparatoru’na cevabi mesajında da “Türk Milleti’nin Tanrı tarafından kuruluşundan bu yana 50 yıl geçti” ifadesine yer verilmiştir. Bunlar Türk adını resmileştiren olaylar olarak tarihe geçmiştir.
Göktürk yazıtlarında Türk sözü daha çok “Türk Budun” şeklinde geçmektedir. Türk Budun, Türk Milleti anlamındadır. Dolayısıyla Türk adı bu dönemlerde bir topluluğun veya kavmin isminden ziyade siyasi bir mensubiyeti belirleyen bir kelime olarak görülmektedir. Yani Türk soyuna mensup olan bütün boyları ve toplulukları ifade etmek üzere milli bir isim haline gelmiştir.
Türk kelimesinin anlamı üzerinde de çeşitli görüşler vardır. Bunlardan bazıları şu şekildedir:
Çin kaynaklarında “Tu-küe (Türk)” miğfer olarak yorumlanmakta; İslam kaynaklarında ses benzeşmesine dayanarak terk edilmekte, olgunluk çağı şeklinde değerlendirilmektedir.
Arminius Vambery’nin 19. yüzyılda yazdığı eserlerinde belirttiğine göre, Türk kelimesi “türemek”ten gelmektedir.

Ünlü Alman Türkolog Albert von Le Coq, Türk deyişinin “güç-kuvvet” anlamı taşıdığını ileri sürmüştür.
Bu konudaki diğer çalışmalara göre, Türk kelimesi, “Altaylı (Ceyhun ötesi Turanlı)” kavimlerini tanımlamak üzere 420’li yıllardaki bir Pers metninde görülmektedir. Yine 515’de, “Türk-Hun” (Kudretli Hun) tabirinin de geçtiği bilinmektedir. İran kaynaklarında Türk kelimesinin “güzel insan” karşılığında kullanıldığı belirtilmektedir.

9. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud, “Türk adının Türkler’e Tanrı tarafından verildiğini” belirtmiş; “gençlik, kuvvet, kudret ve olgunluk çağı” demek olduğunu bir kez daha vurgulamıştır. Türk kelimesinin “güçlü-kuvvetli” anlamına geldiği, bugün neredeyse bütün tarihçiler tarafından kabul görmüştür.

Türk Yurdu
Günümüzde sayıları 350 milyonu aşan ve oldukça geniş bir bölgeye yayılmış olan Türkler’in ilk ana yurdunu tespit edebilmek için geniş araştırmalar yapılmıştır. Çeşitli alanlarda, farklı uzman ve bilim adamlarınca yapılan çalışmalar sonucunda her alanda farklı iddialar gündeme gelmiştir. Böylece ortaya şöyle bir tablo çıkmıştır:

Tarihçiler, Çin kaynaklarına dayanarak Altay Dağları’nın; etnologlar, İç Asya’nın kuzey bölgelerinin; dil araştırmacıları, Altaylar’ın veya Kingan Dağları’nın doğu ve batısının; kültür tarihçileri, Altay-Kırgız Bozkırları arasının; sanat tarihçileri, Kuzeybatı Asya sahasının; antropologlar ise Kırgız Bozkırı-Tanrı Dağları arasının ilk Türk ana yurdu olduğunu iddia etmişlerdir.
Bu konudaki araştırmalara göz attığımızda, Türkler’in ilk ana vatanlarının kesin sınırlarını çizmenin mümkün olmadığı görülür. Bunun asıl nedeni Türkler’in ilk zamanlardan itibaren oldukça geniş bir alana yayılmalarıdır. Son yıllarda yapılan dil araştırmaları göz önüne alındığında, ilk Türk yurdunun “Altay Dağları’ndan Urallar’a kadar uzanan, Hazar Denizi Kuzeydoğu Bozkırlarından Tanrı Dağları’nı kapsayan çok geniş bir bölge” olduğu anlaşılmaktadır.

Türkler, tarihin akışı içerisinde, ana yurtlarından çok uzak mesafelere göç ederek geniş bir coğrafi alana yayılmış; bugün Balkanlar’dan Çin Seddi’ne, Sibirya Bozkırları’ndan Horasan, Afganistan, Tibet’e kadar olan bölgeleri yurt edinmişlerdir.

Günümüzde özgürlük ve eşitliğin öncülüğünü yaptıklarını iddia edenler bilmelidir ki, insan hak ve hürriyetlerinin gerçek anlamdaki ilk uygulayıcısı Türkler olmuştur. Türkler tarafından kurulan devletlerde din, dil ve ırk ayrılığı gözetilmeksizin herkese eşit davranılmıştır. Profesör Hakkı Dursun Yıldız bu gerçeği, “Bütün tarih boyunca Türkler’de din, dil ve ırk ayrılığı sebebiyle Amerika ve Avrupa’da her zaman rastlanan bir katliama, işkenceye ve hakların elinden alınmasına kesinlikle rastlanmamaktadır” şeklinde ifade etmiştir.

Dikkat çekici bir nokta, eski Türk kavimlerinde, kadınların erkeklerle neredeyse eşit haklara sahip olmalarıydı. Türk kadınları toplum hayatının hemen her aşamasında görev alırlar; yeri geldiğinde savaşmaktan çekinmezlerdi.

Türk adına çeşitli kaynak ve araştırmalarda türlü manalar verilmiştir. Çin kaynakları Tu-küe (Türk)’ü miğfer olarak , İslam kaynakları ise ses benzetmesine dayanarak terkedilmiş,olgunlukçağı ve benzeri manalar vererek yeni anlamlar üretmiştir.
XIX. asırda A. Vambery’nin ilmi izaha yakın olan fikrine göre ise Türk kelimesi “TÜREMEK”ten gelmektedir. Zira Gökalp bunu “TÜRELİ” yani kanun ve nizam sahibi olarak açıklamıştır.
Ancak Türk sözünün cins isim olarak “GÜÇ-KUVVET” manasında olduğu, buradaki Türk kelimesinin milletin adı olan “Türk” kelimesi ile aynı olduğu A.V. Le Coq tarafından ileri sürülmüştür. Bu iddia Kök-Türk kitabelerinin çözücüsü olan V. Thomsen tarafından kabul edilmiş,aynı iddia G. Nemeth’in tetkikleri ile de ispat edilmiştir.
Ayrıca Türk kelimesinin cins isim olarak “ALTAYLI” (Ceyhu ötesi Turanlı) kavimlerini ifade etmek üzere 420 yıllarına ait bir Pers metninde,daha sonradan 515 hadiseleri dolayısıyla “Türk-Hun”(Kudretli-Hun) tabirleride geçtiği bilinmektedir.
İran kaynaklarında Türk sözü “Güzel İnsan” karşılığında kullanılırken, XI. yy’da Kaşkarlı Mahmut “Türk adının Türkler’e Tanrı tarafından verildiğini ” belirterek,”Gençlik,kuvvet,kudret ve olgunluk çağı” demek olduğunu bir kez daha belirtmiştir. Tarihçiler ise Türk kelimesinin “Güçlü-Kuvvetli” anlamına geldiğini kabul etmektedirler.

Türk Soyu

Tarihte Türk ırkı hakkında çeşitli tasvirler yapılmıştır. Çin,Latin ve Grek kaynaklarında Türkler daha çok Moğol tipinde tasvir edilmişlerdir. Bunun sebebi ise Türkler’in tarih boyunca en çok temasının Mogollar’la olmasıdır. Moğol kitleleri yıllarca Türkler’in idaresinde yaşamış,göçlere,savaşlara Türkler’le beraber katılmışlardır. Bunun sonucunda bu kaynaklar Türk ile Moğol tipini birbirine karıştırmıştır.
Son yarım asır içinde yapılan ilmi çalışmalar ve araştırmalar sonucu Türkler’in beyaz ırka mensup bulundukları, yeryüzünde mevcut üç büyük ırk grubundan “Europid” adı verilen grubun “Turanid” tipine mensup bulundukları anlaşılmıştır. Kafa yapıları Brakisfal (yuvarlak kafalı)dır. Türklerin kendilerini başta “Mongolid” Moğollar olmak üzere diğer topluluklardan ayıran antropolik çizgilere sahip oldukları tespit edilmiştir. Türkler’in hakim vasfı beyaz renk,düz burun,değirmi çene,hafif dalgalı saç,orta gürlükte sakal ve bıyıktır.
Turan tipine örnek olan Orta Asya, Maveraünehir ve diğer Yakın Doğu Türkleri beyaz tenli ,koyu parlak gözlü, değirmi yüzlü,endamlı,sağlam yapılı erkek ve kadınları ile Ortaçağ kaynaklarında güzelliğin timsali olarak gösterilmiş hatta İran edebiyatında Türk sözü “Güzel İnsan” manasında kullanılmıştır. Tevrat’ta nakledilen bir rivayette ise Türk soyunun Ham ve Sam’dan değil, Yafes’den türemiş olarak beyaz ırktan geldiği gösterilmiştir.

Türk Yurdu

Yeryüzünde 350 milyonu aşan sayıları ile çok geniş bir bölegeye yayılan Türkler’in ilk anayurdu’nun tesbiti birçok bilimadmını asırlarca meşkul eden büyük bir konu olmuştur. Bilim adamları ve araştırmacılar yaptıkları çalışmalar sonucu Türkler’in ilk Anayurdu ile ilgili bir çok iddialar ortaya tmışlardır.

Tarihiçler , Çin kaynaklarına dayanarak Altay Dağlarını,

Etnologlar,İç Asya’nın kuzey bölgelerini,

Dil araştırmacılar,Altaylar’ın veya Kingan Dağları’nın doğu ve batısını,

Kültür Tarihçileri , Altay-Kırgız Bozkırları arasını,

Sanat tarihçileri , Kuzeybatı Asya sahasını,

Antropologlar ise Kırgız Bozkırı-Tanrı Dağları arasını ilk Türk Anayırdu olarak iddia etmişlerdir.

Bütün bu araştırmalara göre ilk türk yurdunun kesin sınırlarını çizmek mümkün olmamaktadır. Zira Türkler’in ilk zamanlardan itibaren çok geniş bir sahaya yayılmaları bu tesbitte güçlük çıkartmaktadır.
Bununla beraber son yıllarda yapılan dil araşturmaları ve yukarıda yapılan çalışmalar göz önüne alındığında , ilk Türk yurdunun “Altay Dağları’ndan, Urallar’a kadar uzanan , Hazar Denizi Kuzeydoğu Bozkırlarından,Tanrı Dağları’nı kapsayan çok geniş bir bölge olduğudur.”
Tarihi akış içerisinde meydana gelen göçler sonucu Anayurtları’ndan çok uzak mesafelere ve geniş bir coğrafialana yayılan Türkler, bugün Balkanlar’dan doğuya Çin Seddi’ne ,Kuzeyde Sibirya Bozkırları’ndan Güneyde Horasan, Afganistan,Tibet’e kadar olan bölgeleri yurt tutmuşlardır.

Türkiye’de son gelişmeler gösteriyor ki, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Türk’ün karşısında, millî değerlerin karşısında eski devirlerde görülen yapılanmalara benzeyen, bu yapılardan biraz da farklı olan şer bir cephe oluşmuştur. Bu şer cephe, tek bir görüşü, eğilimi barındırmıyor. Türk karşıtı bu cephe; Marksist-Leninist, aşırı solcu, yeni liberalist, yeni İslamcı, ikinci cumhuriyetçi, azınlık psikolojisi ile hareket eden, etnik milliyetçi, ırkçı bir cephe… Bu tehlikeli yapılanmanın üyeleri, görüş farklılıkları olmasına rağmen ulus devletin ortadan kaldırılması, Türklüğün yıpratılması amacında birleşerek değişik yöntemlerle saldırılarına başladı. Dış güçlerce desteklenen, güçlü medya organlarına, ekonomik örgütlere, dış bağlantılı sivil toplum örgütlerine, derneklere, vakıflara ve zengin maddi kaynaklara sahip olan bu şer cephenin, ‘işadamı, patron, gazeteci, yayıncı, aydın, siyasetçi, yazar’ maskeli üyeleri Türk’ün savunucusu olan Türkçülere, Türk milliyetçilerine karşı planlı, şiddetli bir saldırı başlattılar. Türkçülerin güçlü varlığından dolayı ulus devletin kolay bir şekilde ortadan kaldırılamayacağını anlayan bu yapı, şimdilerde saldırılarını daha da arttırarak yola devam ediyor.

Doğrudan nefretten, intikam duygularından, Soğuk Savaş hatıralarından beslenen bu gruba karşı Türklerin savunma maksatlı bir yapılanma kurması çok doğaldı. Ki beklenen oldu, Türkler de kendilerine karşı yürütülen bu planlı saldırıya karşı koymak için ortak paydalarda birleşir oldular. Bu ortak paydalar; Türklük, Türklük değerleri, ulus devletin devamlılığı, milletin varlığı oldu. Türklerin bu yeni yapıda önder olarak benimsedikleri, fikirlerine gün geçtikçe daha da önem verdikleri lider Atatürk’tür. Atatürk’e karşı yapılan sistemli saldırının kaynağı da budur. Aslına bakarsanız Kuvayi Milliye’nin dün de düşmanları vardı. Bugün bahsini ettiğimiz bu şer cephenin bugünkü üyeleri de o günkü Damat Ferit’in, Ali (Artin) Kemal’in, milli varlığa düşman isyancıların yeni kuşak temsilcileri… Atatürk’e, fikirlerine, devrimlerine karşı olanlar, Türk olmayanlar, Türklüğe düşmanlık besleyenler bugünkü şer cephede yerlerini aldılar. “Türkiye’de milliyetçilik yükseliyor” söylemlerinin kaynağı olan gelişmelerden birkaçı budur. Bunun dışında içte-dışta devletin etkinliğinin zayıflatılması, başarısız hükümet faaliyetleri, sonu olmayan AB sürecinin dayatılması, AB’nin isteklerinin tartışmasız kabul edilmesi, ekonominin tamamen dış denetime bırakılması, önemli kurumların yabancı sermayeye peşkeş çekilmesi, milli kuruluşların bu yolla yabancılaştırılması, teslimiyetçi yönetim anlayışı, Kıbrıs’taki dayatmalara karşı yürütülen pasif siyaset, Kıbrıs’a yönelik zarar amaçlı örtülü operasyonlar, Kerkük konusunda Türkleri dışlayan gaspçı anlayışa ve Türklerin katline seyirci kalınması, Irak’ın kuzeyindeki hareketlilik, istenmeyen yapıların belirginleşmesi ve bunların Türkiye’yi tehdit etmesi, gelişmelere hükümet yetkililerinin seyirci kalması, teröristlere yönelik çıkarılan af yasaları ile cezaevlerindeki teröristlerin dağa taşınması, terör örgütüne karşı etkin mücadele edilmesi yerine koordinatörlük aldatmacasıyla Türkiye’nin oyalanması, terör örgütüne sağlanan lojistik, siyasi desteğin devam etmesi, üniter yapıya saldırıların artması, federasyon sözlerinin sıkça dile getirilmesi, ekümeniklik tartışması, patrikhanenin hükümet destekli yasa dışı faaliyetleri, Karadeniz’deki gelişmeler, BOP eşbaşkanlığı ısrarı, ABD-İsrail-İngiltere’nin bölgesel plan, projelerine hükümetin dahil olması, Türk menfaatlerinin dikkate alınmaması, alt kimlik-üst kimlik- Türkiyelilik tartışmaları, Türk milletini kurucu-asli unsur olmaktan çıkarma çabaları, artan yolsuzluk- hükümet kadrolaşması, Türklüğe yapılan açık-kapalı saldırılar gibi gelişmeleri de ekleyebilirsiniz.

Türkler, tehlikede gördükleri milli varlıklarını, kurucusu oldukları, sahibi oldukları ulus devleti korumak, milli varlığa, ulus devlete yapılan sistemli saldırılara karşı koymak için hareketlendiler. İşte bu hareketlilik, Türklerin hızla teşkilatlanması ve güçlenmesi,
emperyal güçlerin desteklediği şer cephede rahatsızlık uyandırdı. Gayelerine ulaşmanın zorlaştığını gördüler. Sahip oldukları kuruluşlar ve medya organları ile bu Türk direnişini zayıflatmaya, bu yapılanmayı karalamaya başladılar. Bu rahatsızlık öyle boyutlara ulaştı ki, ABD’nin kucağında oturan bir zat bile bulunduğu yerden talimat ve temennilerde bulundu. Ne diyordu bu malum şahıs: “Ulusalcı dalgayı aşacağız” Bu açıklamadan sonra kimse de sormadı; “Bu bahsi edilen dalga, neden bu kesimleri rahatsız etmişti?”, “Bu kesimlerce bu dalga neden aşılmak isteniyor?”, “Bu dalga nasıl aşılacaktı, aşmak için ne yapılacaktı?”, “Aşılan dalgadan sonra nereye ulaşılmak isteniyordu, asıl hedef ne idi?”… Bu sorular sorulmadı, cevapları aranmadı.

Türklüğü, ulus devleti hedef alan bu şer cephe, derinliği olan büyük bir çete aslında… Görünmeyen tarafları, bilinmeyen ilişkileri, görünen taraflarından, bilinen ilişkilerinden daha karışık… Türk düşmanı kişi ve gruplarla, dış odaklarla bağlantıları, karanlık ilişkileri var. Bu yüzden Türkiye’de çok çirkin işler oluyor. Hatırlayın geçmişte yaşanan olaylarda Türk milliyetçilerini karalama amaçlı kasıtlı, asılsız iddialar taşıyan yayınlar yapıldı. Hatta birileri, hayatında ikinci kere görüşmemiş, ayak üstü sohbet etmiş kişileri dahi çete olarak tanıttı. Bu kişilerin tek ortak özelliği milli hassasiyeti yüksek kişiler olmalarıydı. Bir şekilde elde ettikleri fotoğraflarla yorumlar yaptılar, bu kişileri birlikte hareket ediyormuş gibi gösterdiler. Karalama kampanyası başlattılar. Sonra söylenenlerin hiçbirinin doğru olmadığı ortaya çıktı. Yöntem şu; önce çamur atılıyor, bir yaygara koparılıyor. İddialar doğru değilmiş ne gam? Maksat; izi kalsın, milliyetçiler yara alsın.

Bir tane örnek verdim. Türkiye’de birileri harıl harıl çete, organize bir örgüt arıyor. Aslında Türkiye’yi tehdit eden, en büyük, en organize çalışan örgüt bahsini ettiğim şer cephenin amiral gemisi olan medyadır. Evet, Türkiye’nin çetesi, bir kısım medya.. Öyle tehlikeli bir yapılanma ki, Türkiye’de istediğini rezil, istediğini vezir yapabiliyor. Bir yerlerden aldıkları talimatla aynı anda aynı şeyleri yazıp, aynı şeyleri savunabiliyorlar. A gazetesi A tv.sinde, B gazetesi B tv.sinde çalışmaları hiçbir şeyi değiştirmiyor.. Karga sürüsü gibiler.. Birisi “gak” dedi mi, hepsi birden “gaklamaya” başlıyor. Devletle sorunları var. Milletle sorunları var. Psikolojik harp merkezi gibi çalışıyorlar. Sayfalarından pislik, ahlaksızlık akıyor, ekranlarından ahlaksızlık teşvik ediliyor. Şiddet özendiriliyor. Etnik unsurlar kışkırtılıyor. Onlara göre terörist ‘gerilla’, onlara göre ‘teröristler affedilmeli, teröristlerle devlet masaya oturmalı’, onlara göre ‘ulus devlet bitti, Atatürkçülük bitti’, onlara göre ‘dış güçlere teslim olmaktan başka çare yok’, onlara göre askeri, polisi şehit eden, şehirlerde saldırılar düzenleyen, bomba patlatan, can alan, kan akıtan, araç yakan, bayrak yakan, cam kıran, sivillere zarar veren teröristler ‘demokratik haklarını kullanıyorlar’, onlara göre ‘Türklüğü korumaya gerek yok, Türklere, devlete hakaret serbest olmalı’, onlara göre ‘hepimiz ermeni olmalıyız’, onlara göre “ ‘Türküm’ diyen kışkırtıcılık yapıyor”.

Eskisi, yenisi ile ideolojik bir yelpazeyi andıran, büyük bir çete ile karşı karşıyayız. Türk milliyetçileri medya sahasında yeterli şekilde teşkilatlanamadığı için seslerini yeterli oranda duyuramıyorlar. Bu nedenle, bu büyüyen çete tarafından sürekli Türklük aşağılanıyor, Türk milliyetçileri karalanıyor.

Ne yazık ki, bu organize çete ile mücadele eden yok. Mücadele eden olmadığı için daha da şımaran, aymazlaşan, azgınlaşan bu Türk karşıtı cephe faaliyetlerine devam ediyor. Bunların elinde silah haline dönüşen medya, Türkiye’nin başına daha ne çoraplar örecek, hep beraber göreceğiz.

alıntı..

Kardak’ta Yunanlıları etkisiz hale getiren onlardı, Öcalan’ı İmralı’ya onlar götürdü… İşte hiçbir deniz aracı olmadan İzmir’den dalıp Yunanistan’dan çıkabilen kahraman SAT komandolarımız…
Onları televizyon ekranlarında ilk kez 1996 yılında Başbakan Tansu Çiller, “O asker gidecek, o bayrak inecek!” dedikten sonra zodiac botlarla Yunan bayrağının dalgalandığı Kardak’a giderken gördük.

1999 yılında PKK lideri Abdullah Öcalan’ı Bandırma’dan İmralı’ya götürme görevi yine onlara verildi. Son olarak, İsrail ateşi altındaki Lübnan’da mahsur kalan bin 200 Türk’ün getirilmesi için, Türk Dışişleri ve Genelkurmay Başkanlığı’nın ortaklaşa düzenlediği tahliye kapsamında, görev alan SAT (Sualtı Taarruz) ve SAS (Sualtı Savunma) komandoları dünyaya parmak ısırttı. Türkiye tarihinin en büyük denizaşırı tahliye operasyonunu gerçekleştiren özel ve seçilmiş askerler, medyaya yansıyan güven veren görüntüleriyle herkesin ilgi odağı oldu.

Dünyanın en tehlikeli askerleriyle aslında ilk defa 1963 yılında tanıştık. Türkiye’nin ilk sualtı taarruz timi, Amerikalılar tarafından Sovyetler’e karşı eğitildi. Türk SAT birliği, gerektiğinde ‘demir perde’nin arkasına geçmek ve o taraftan gelecek tehlikelere karşı anında karşılık vermek üzere kuruldu.

Çünkü o yıllarda ABD için İstanbul Boğazı, Rus denizaltılarına karşı kapatılması gereken en stratejik yolların başında geliyordu. Boğaz, Anadolukavağı ve Yenimahalle Orduevi’nin bulunduğu noktalardan dibe kadar çelik ağlarla örüldü. Sovyetler’in atom bombası yüklü ölüm gemilerinin önü Türk sularında kesildiği için Amerikalılar, okyanus ötesinde rahat uyuyabiliyordu. Soğuk Savaş’ın tehlikeli saatlerinin yaşandığı bu yıllarda ABD, çelik ağlarla yetinmiyor, gerektiğinde sıcak temasa girebilecek çok özel birlikler yetiştirmek istiyordu. O tarihlerde Türkiye’nin su birlikleri vardı ama sualtı timleri yoktu. Türk SAT’ı, bir anlamda ABD’nin nükleer korkusunun bir ürünü olarak ortaya çıktı. Çünkü Amerika, gözünün arkada kalmaması için İstanbul Boğazı’nda baskın, sabotaj, savunma, istihbarat yapacak bir birlik istiyordu. İki süper güç arasındaki nükleer gerilim doruk noktasına çıkarken, 1963 yılında Türk SAT’ının kurulmasına karar verildi.

Savaş şartlarında geçen eğitimler atom silahları konusunda uzman olan Amerikalı Binbaşı Bob Gallagher tarafından verildi. Eğitimler o kadar ağırdı ki 76 kişiden 11 kişi kalıyordu. Vietnam’daki başarılarından dolayı beş kez şeref madalyası alan, ayağında platinle yaşayan ve bazı parmakları olmayan Gallagher, 1. Körfez Savaşı sırasında ateşe verilen petrol kuyularını patlatma yöntemleriyle söndürmeyi başaran sıra dışı bir asker. Vietnam Savaşı boyunca her sene iki Türk timi, Amerikalıların Vietnam’da kullandığı taktikleri, silahları öğrenmek üzere Amerika’ya gönderildi. Gerilla savaş taktikleri, ileri marin keşif, sualtı silahları konularında eğitim aldılar. Sonunda, Amerika ile başa çıkabilecek dünyadaki çok ender timlerden biri yetişti.

Ardından Beykoz’daki, stratejik öneme sahip Mania Grubu’nda göreve başladılar. Denizden gelecek bir Rus tehdidiyle, ilk sıcak teması bu grup sağlayacak; denizde, denizaltında ve karada aralıksız savaşacaktı. SAT’lar, Boğaz’ın soğuk sularında, üçüncü dünya savaşına yol açabilecek K-19 benzeri bir kaza ya da saldırıya karşı yıllarca tetikte bekledi. Amerikalılarla birlikte 40 civarında taktik geliştirildi. Soğuk Savaş döneminden kalma Mania Grubu, bugün aynı noktada görevini sürdürüyor.

1964-67 Kıbrıs olayları yaşanırken, SAT’lar Akdeniz’de bir yerde sabotaj tatbikatları yapıyor, Ayşe’yi tatile çıkarmaya hazırlanıyordu. Boğaz’da Rusları bekleyen SAT’lara, 1974’te Rumlarla savaşmak nasip oldu. Kıbrıs Barış Harekâtı öncesi komandolar ikiye ayrıldı. 24 kişiden oluşan SAT1, Girne önlerindeki mayınları temizleyip, sahili ve köprü başlarını tuttu. Girne Kalesi’nde gizlenen komandolar, önceden belirlenmiş binalara girerek, önemli belgeleri ele geçirerek Türkiye’ye getirdi. SAT’lar, daha sonra hiç kayıp vermeden sabotajlar düzenleyerek Girne’yi ele geçirdi. Daha kalabalık olan SAT2 ise, savaşın seyrine göre, İzmir yakınlarında 12 adayı ele geçirmek üzere tetikte bekliyordu. SAT’lar Kıbrıs Harekâtı’nı bir antrenman olarak görüyor!

Türk SAT’ları hiçbir deniz aracı olmasa bile, İzmir sahilinden 12 adaya ve Yunanistan’a 30, Mersin’den de 40 kilometre sualtından yüzerek Kıbrıs’a çıkıp operasyon yapabilecek kabiliyete sahip. Karadeniz’in karanlık sularında sabotaj tatbikatlarına katılan SAT’lar bazen hayatlarını kaybedebiliyor. Bir sonraki tatbikatta bazılarının cesetleri, bazılarının da kemikleri bulunuyor. Emekli SAT komandosu Namık Ekin, “Balıklar, yengeçler belden aşağısını götürmüş halde çok arkadaşımızı bulduk. Tüplerini bulduk. Bazılarını da iskelet halinde yıllar sonra ağlara takılı bulduk.” diyor. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin gözbebeği olan ve insan gücünün dayanacağı son noktaya varan bir eğitimden geçen SAT komandoları, kurulduğu günden bugüne 21 kayıp verdi.

BORDO BERELİLER

ÖZELLİKLERİ
1-Subay ve Astsubaylardan oluşuyor.
2-üç-üçbuçuk yıl eğitim alıyorlar.
3-Gönüllülük esasına göre seçiliyorlarr.
4-Yurt içinde 72 haftalık temel nitelikli kursları var.
5-Daha sonra ihtisas alanına göre 10-52 hafta arasında değişen yurt içi ve yurt dışı ihtisas eğitimleri var.

Seçkin askerler
Birliklerinde üstün bir performans, başarı gösteren subay ve astsubaylarla uzman erbaş ve erlerden seçilen Özel Kuvvetler Komutanlığı timleri “Bordo Bereliler”, çok özel bir eğitimden geçiriliyor. Her türlü koşula karşı eğitilen timler, A ve B timleri olarak iki birimde örgütleniyor. A timleri sadece subaylardan, B timleri ise bir subay komutasında astsubaylardan oluşuyor.
Özel Kuvvetler, TSK’nın seçkin askerlerinin toplandığı bir bölüm olarak en kritik görevlerde harekete geçiyor.
TSK’nın yeniden yapılanmasıyla, 1992’de teşkilatlandırılan Özel Kuvvetler Komutanlığı, dünyadaki bütün demokratik ülkelerin benzer kuruluşları gibi görev yapıyor. Özel Kuvvetler Komutanlığı personeli, Sualtı Taarruz (SAT), Sualtı Savunma (SAS), Eğirdir Dağ Komando Okulu ve Eğitim Merkezi, 1. Komando Tugayı, 2. Komando Tugayı, Bolu Dağ ve Komando Tugayı, Midyat 3. Komando Tugayı, Foça Amfibi Deniz Piyade Tugayı, Foça Jandarma Komando Okulu’nda üstün başarı gösterenler arasından titizlikle seçiliyor.

Yurtiçi, yurtdışı ve ihtisas eğitimi olmak üzere 3 ayrı dalda 47 ayrı ders eğitimi gören “Bordo Bereliler”, 3.5 yılda yetişmektedir.Yurtiçinde 72 hafta süreli temel nitelikli kurslar gören elit askerlere, bu eğitimden sonra yurtiçi ve yurtdışında ihtisas eğitimi verilmekte, ihtisas süreleri 10 ila 52 hafta arasında değişmektedir. Yaklaşık 3 – 3.5 yıl sonunda aday, gerçek bir “bordo bereli” olmak suretiyle özel timlerde görev alacak duruma gelmektedirler.

Yurtiçinde; savaş beden eğitimi, özel harekat, yakın muharebe, teşhis-tanıma, uzak mesafeli keşif ve devriye, sızma, yaşamı sürdürme – sorgulama sorguya mukabele, kaçma – kurtulma, hedef tarifi – ateş tanzimi – hasar tespiti, özel operasyon, psikolojik harekat, halka yardım, paraşüt, komando, gayri nizami savaş, koruma, kış muharebesi, kurbağa adam, serbest paraşüt eğitimi.

İhtisas kurslarında; atlatıcı ve yer ekip komutanlığı, tahrip teknikleri, mayın ve bubi tuzakları, ilk ve acil yardım, cerrahi teknisyen, hayatta kalma-kurtulma, cephane imha, hafif silah uzmanlığı, ağır silah uzmanlığı, istihbarat uzmanlığı, harekat uzmanlığı, muharebe kursları, psikolojik harekat kursları.

Yurtdışında; özel kuvvetlerde uzmanlık, hava indirme, sivil işler, halkla ilişkiler, devriye, yaşamı sürdürme, psikolojik harekat kursları.

Ünlü halk ozanımızdır. 1894 yılında Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde doğdu. Genellikle bu köyde yaşadı. Henüz yedi yaşındayken çiçek hastalığı nedeniyle gözlerini kaybeden Veysel, avunsun diye eline verdikleri sazla ünlü bir ozan olmuş ve günümüze kadar eserleri gönülden gönüle coşarak büyük ün kazanmıştır. Günümüzün pek çok halk ozanına örnek olan, onlara Yunus’ların, Emrah’ların yolunu yeniden açan Aşık Veysel’dir.

Aşık Veysel’e sormuşlardı:
– Usta, sazın iyisi nasıl olur?” o, şöyle cevap vermişti:
– Nasıl mı? İyi saz dediğin, sapı gürgen, teknesi duttan, döşü çamdan olur…
Hemen ardından:
–Ya iyi sazın, iyi sözü nasıl olur? denilince bakır rengi, kırışık yüzünde olgun bir tebessüm dolaştı:
– Sazı, eline yakıştıran bilir…
Yıl 1933 idi. Cumhuriyet’in 10. Yılı kutlanacaktı. Büyük şölen vardı Ankara’da. İşte o günlerde, Atpazarı’ndaki hana, ayağında çarığı, sırtında sazıyle iki gözü kör bir ozan inmişti. Adını soranlara “Veysel” diyordu, “Şatıroğlu Veysel”. Köyünü, kentini soranlara anlatıyordu:
– Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyündenim. Anam beni koyun sağarken doğurmuş. Babam, rençberden Karacaların Ahmet Efendi’dir. Anam da, babam da rahmetli oldu…
Ve gözlerini soranlara acı acı gülümsüyordu:
– Yedi yaşında çiçek aldı götürdü; sonra, avunmak için bu sazı verdiler elime. Ben ona söyledim, o bana söyledi…
Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum ne haldeyim
Gidiyorum gündüz gece
Ama, kimse o gün Veysel’e “Ne’yle geldin” diye sormamıştı. Kara trenle mi? Kamyon sırtında mı? Kağnı üstünde, at terkisinde mi? Hayır. Veysel, Cumhuriyet’in büyük şölenine katılmak için, azığını çıkın etmiş, köyden bir yiğitin yanına düşüp, yürüye yürüye yola koyulmuşlardı. Evet, tam üç ayda gelmişlerdi Ankara’ya… O günlere kadar, “Tezene”yi sazın “Döş”üne sadece köy kahvelerinde vuran Veysel, sesini bütün yurda ilk defa işte o büyük şölende duyurdu. O günden sonra coştu. Herkes “Karacaoğlan’lar, Emrah’lar bitti…” diyordu. Herkes, halk ozanlarının yüzyıllarca süren altın devri kapandı sanıyordu. İşte Veysel, o devrin bittiği yerde, pırıl pırıl, bir başlangıç oldu.
Karnın yardım kazma ilen, bel ilen
Yüzün yırttım tırmığınen, el ilen
Gene beni karşıladı gül ilen
Beni sadık yarim kara topraktır…
Anadolu delikanlısı sıkılgandır. Saygılıdır. Şamata bilmez. Bu yüzden, nice halk ozanı ıssız dağ başlarında kaynayan, fakat vadiye varmadan kaybolup giden pınarlar gibidir. Bilinmez.
Veysel, günümüzdeki bütün bu pınarlara da bir başka gürleyiş, bir başka ses kazandırdı. Şimdi güzel Anadolu’yu dile getiren bunca halk ozanı, hep onun aydınlığında buluyorlar yollarını… Bir sohbet sırasında Veysel’e,
– Hani mümkün olsa, gözlerini açtırmak ister misin?
diye sormuşlardı. Başını iki yana sallamış,
– Hayır, demişti. “İçimde bir dünya kurdum. Onu yıkmak istemem…” Sonra bir çift söz daha eklemişti buna: “Hem ben görüyorum.” demişti. “Aşık, gözüyle değil, gönlüyle gören adamdır…”
Veysel, gözleri görmediği halde, görenlerden daha çok çalışan bir köy çocuğudur. Sivrialan’ın “Çoraktır, emeği inkar eder” dedikleri sarı toprağında, meyve bahçeleri kurmuştur. Kaplan Dere’deki köprü, onun gayretiyle yapılan köprüdür. Hem de iki defa yapılmıştır bu köprü. Köy köy dolaşıp, Kaplan Dere köprüsüne para toplayan Veysel, köprünün açıldığı gün pek coşmuştu:
Kolay geçmek için Kızılırmak’tan
Alındı paralar, cemoldu halktan
Gayret köylülerden, izin Allah’tan
Yaptırdı köprüyü, güldürdü bizi…
Kaplan Dere, Kızılırmak’ın dalıdır. Delifişek bir deredir. O güne kadar salla adam geçirip, para alanlar köprüye kızmış, çileden çıkmışlardı. Çok geçmeden kundaklayıp, köprüyü yaktılar. Herkese derin bir üzüntü çökmüş, Veysel hüngür hüngür ağlamıştı:
Fakir fukaradan alındı para
Yandı kömür oldu gitti sulara
Memlekete düşman, bir yüzü kara
Yaktı köprümüzü, yandırdı bizi…
Sonra yine önayak olmuş, yine yaptırmıştı köprüyü. Görmedi ama, gönlünce hazzını duydu. Seyretmedi ama, hissetti. Tıpkı şiirleri gibi. Okumadı ama, okutmasını bildi.
Aşık Veysel, 1942-1944 arasında Arifiye ve Hasanoğlan, sonra da bir süre Çifteler Köy Enstitülerinde Halk Türküleri Öğretmenliği yaptı. Şiirleri en çok “Ülkü” dergisinde yayınlanmıştır. Ünlü ozanımız evli ve 6 çocuk babasıdır.

Büyük Türk-Hun İmparatoru’dur. 395 yılında doğdu. Hun Devleti’nin kurucularından Muncuk’un oğludur. 434 yılında kardeşi Bledu ile birlikte İmparatorluğun başına geçti. Bir süre sonra kardeşinin öldürülmesiyle Tuna kıyılarından Çin Seddi’ne kadar uzayan imparatorluğun tek hâkimi oldu. 750 bin kişilik ordusuyla Galya şehirlerini alt üst etti. Orleans’ı kuşattı. Kuzey İtalya’yı silindir gibi ezip geçti. Avrupa’yı titreten bir cihangir oldu. 453 yılında öldü.Tıpkı Büyük İskender gibi bütün dünyaya hâkim olmak ihtirası ile dopdolu bulunan Attila, bu büyük emelini tamamen gerçekleştiremedi. Ancak tarihin tanıdığı en ünlü cihangirlerden biri oldu.Gençliğini barış için rehin olarak Roma’da geçirmiş, bu yüzden Roma kültürünün yanı sıra zaaflarını ve karakterlerini incelemişti. Latince’yi de ana dili gibi öğrenmişti. Hükümdar olduktan sonra Romalılar hakkındaki bütün bu bilgilerini en iyi şekilde değerlendirmeyi başardı.

Attilâ önce Doğu Roma’yı hedef aldı. Bizans üzerine yürüdü. Kendisinden aman dileyen İmparatoru yıllık vergiye bağladı. Bir süre sonra vergisini ödemeyen imparatora, bunu pek pahalıya ödetti. Balkanlardan Mora’ya, oradan İstanbul kapılarına kadar olan bölgeyi ele geçirdi. Bizanslılar vergiyi iki misline çıkartarak İstanbul’u kurtardılar. Fakat, bu arada Bizans İmparatoru III. Valentinianus, bir suikastçi göndererek Attilâ’yı öldürtmeye teşebbüs etti. Bu teşebbüs sonuçsuz kaldı. İmparator bu kez kendi emriyle suikasti hazırlayanın kafasını kestirip Attilâ’ya göndermekle, kendisini temize çıkarmaya kalkıştı.

Bu arada III. Valentinianus’un hayatı boyunca evlenmemeye mahkum ettiği kız kardeşi, rahibe olarak kapatıldığı manastırdan Attilâ’ya bir nişan yüzüğü göndererek kendisiyle evlenmeye hazır olduğunu bildirdi. Bütün Avrupa’ya dehşet saçan Attilâ, Bizans İmparatoru’na daha sert bir mesaj göndererek, nişanlısının kapatılmış bulunduğu manastırdan serbest bırakılmasını ve müstakbel eşine çeyiz olarak Batı Roma İmparatorluğunun yarısının verilmesini istedi. III. Valentinianus, Büyük Türk-Hun İmparatoru’nun bu teklifi karşısında kara kara düşüncelere daldı. Bunun verdiği huzursuzluk bütün Bizans’ı kapladı. Doğu Roma İmpatorluğu sınırları içinde bitip tükenmek bilmeyen korkulu günler ve aylar başladı,

Attilâ’nın bütün emeli Batı ile Doğu Roma İmparatorluklarının kendisine karşı birleşmelerini önlemekti. İki cephede birden savaşmak istemiyordu. Doğu Roma’yı bu huzursuzluğun içinde bıraktıktan sonra ani bir kararla Batı Roma’ya yürüdü. Bir hallaç pamuğu gibi attı, Batı Roma İmparatorluğu’nu.

Roma’ya girmesinin gün meselesi halini aldığı bir sırada Papa III. Leon, bizzat Attilâ’nın karargâhına giderek Roma’yı çiğnememesi için ricada bulundu. Hattâ bunun için kendisine yalvardı. Papanın bu yalvarışı karşısında istilâyı durdurmayı kabul eden Attilâ, Romalıları çok ağır bir vergiye bağladı.Sekiz yıl içinde bütün Avrupa’da eşi görülmemiş ölçüde büyük bir istilâda bulunan Attilâ, korku ve dehşet ifade eden tek isim oluvermişti. Bu yüzden son derece âdil bir hükümdar olmasına rağmen bütün Avrupa kendisini barbar gözüyle gördü. Onun etrafına saçtığı büyük korku ve dehşetin psikolojik bir sonucu olmuştu bu yanlış teşhis…

Attilâ yalnız büyük bir istilâcı ve yaman bir komutan değil, mükemmel bir hükümdardı. Tarih onu, milletine medenî bir düzen veren ve dünyada posta teşkilatını kuran ilk kişi olarak tanır.Attilâ’nın ilk eşi ve baş kadını Arıkan idi. Ölümünden sonra yerine geçen oğlu İlek’in anası olan Arıkan’dan başka bir kaç kadın daha almıştı. 453 yılında büyük Türk-Hun İmparatorluğu’nun başkenti olan Etzelburg’da (Bugün Macaristan sınırları içinde bulunan Attila şehri) İlkido adında genç bir kızla evlendi. Elli sekiz yaşında olmasına rağmen son derece dinç ve kuvvetli idi. Zifaf gecesinin sabahında, bütün Avrupa’yı tir tir titreten cihangir, yatağında ölü bulundu. Ağzından, burnundan boşanan kanlarla, bütün yatak kıpkırmızı olmuştu. Ölümünün şiddetli bir burun kanamasından mı, bir hastalıktan mı, yoksa bir suikast sonucu mu meydana geldiği kesinlikle anlaşılamadı.
Cenazesi, ölümünün ertesi günü yapılan çok büyük bir törenle kaldırıldı. Cesedi altın bir tabuta konulmuştu. Bu tabut, önce gümüş, sonra da demir bir mahfazanın içine yerleştirilmiş ve böylece toprağa verilmişti.Attilâ, ölümünden sonra, kimse tarafından rahatsız edilmeden ebedî uykusunu uyumak isterdi. Bunu, böyle vasiyet etmişti. Bu nedenle mezarını kazıp kendisini toprağa verenler okla vurulmak suretiyle hemen oracıkta öldürüldü. Sonra mezarının yanından geçmekte olan bir çayın mecrası değiştirildi. Sular başta tarafa, muhtemel olarak mezarın üzerinden verilen yeni mecrasına akıtıldı. Böylelikle büyük cihangirin son arzusu yerine getirilmiş oldu.
Ne yazık ki bugün mezarının yeri dahi bilinmez…