Archive for the ‘Siyonizm’ Category

Tarihçi Gilbert, Osmanlı’ya karşı Arap isyanını örgütleyen Britanya casusu Lawrence’ın Siyonist olduğuna dair belge sundu

Osmanlı’ya karşı 1916-1918’de Arap isyanını örgütlemesiyle adı ‘Arabistanlı Lawrence’e çıkan Britanyalı casus Thomas Edward Lawrence’in aslında ‘sıkı Siyonist’ olduğu öne sürüldü. 1962’de çekilen ‘Arabistanlı Lawrence’ filmiyle ölümsüzleşip Bush yönetiminin Ortadoğu politikalarına da esin kaynağı olan Lawrence’ı, Britanyalı Yahudilik tarihçisi Sir Martin Gilbert ‘Ciddi bir Siyonist’ olarak tanımladı.
Piyasaya çıkacak ‘Churchill ve Yahudiler’ adlı kitabında Lawrence’ınSiyonistliğini anlatan Gilbert, casusun Filistin topraklarının o dönemde henüz kurulmamış ‘Yahudi Devleti’ne ait olduğuna inandığını söyledi. 1921’de Churchill’e danışmanlığı sırasında tuttuğu zabıtlarda Siyonizme sempatisini gösteren Lawrence, Akdeniz’den Ürdün Nehri’ne dek Filistin bölgesini ‘Yahudi Ulusal Evi’ diye tanımlamış. “İsrailli bakış açısının en ilginç tarafı Arabistanlı Lawrence hakkında. Büyük Arapçı, doğru mu? 1920’lerde Arapları devlet kurmaya iten adam. Daima Arap kaftanları giyinirken resmedildi” diyen Gilbert, şöyle devam etti:

Arapları küçümsemiş
“Oysa Filistinli Araplar ve bölgenin geri kalanı için tek umudun Yahudi devleti olduğuna inanırdı. Yahudi devleti kurulursa, Araplara 20. yüzyılda
ilerlemelerini sağlayacak modernliği getireceğine inanırdı.”
Lawrence, Yahudi devletinin kurucusu ve ilk cumhurbaşkanı Chaim Weizmann ile geleceğin Irak Kralı Faysal arasında Arap-İsrail anlaşmasına da arabuluculuk etmiş. Anlaşma, ‘İngilizlerin bir Arap devletinin kurulması vaadine karşılık Yahudilerin Filistin’e dönmelerine ve Yahudi Ulusal Evi’ne ilişkin Balfour deklarasyonunun uygulanmasına izin veriyor.’ Lawrence, Faysal’ın Irak Kralı, kardeşi Abdullah’ın Ürdün Emiri olarak görevlendirildiği 1921’deki Kahire konferansıyla ilgili notlarında, Emir Abdullah’ın işinin anti-siyonizmi kontrol etmek, Ürdün’den Yahudi Ulusal Evi’ne sızmasını engellemek olduğunu söylüyor.
Weizmann’ın biyografisini yazan İbrani Üniversitesi’nden Norman Rose, Lawrence’ın Yahudi liderine hayran olduğunu belirtiyor. Lawrence, Weizmann’a şüpheci bakan Kudüs Başpiskoposu’na da Siyonist liderin ‘büyük adam’ olduğu telkininde bulunmuş.

radikal

Tarih bire bir tekerrür etmez belki, ama tarihte birbirine çok benzeyen olaylar vardır ve bu benzerliklere dayanarak gelecek hakkında tahminler yürütmek mümkündür. Siyonizm ile Haçlılar arasındaki benzerlikler bu düşünceyi desteklemektedir. İki taraf arasındaki bu benzerliği daha ayrıntılı olarak görebilmek için, öncelikle Haçlıların tarihine kısaca bir göz atalım.

Haçlıların Kanlı Mirası
Dünya tarihinin önemli olayları arasında yer alan Haçlı seferlerinin ilki, 1095 yılında başlamıştı. Papa II. Urban’ın 25 Kasım 1095 günü Clermont Konseyi’nde yaptığı çağrı ile, “Kutsal Toprakları Müslümanlardan kurtarmak” ve asıl olarak da Doğu’nun efsanevi zenginliğine ulaşmak üzere yüz binin üzerinde insan, Avrupa’nın dört bir yanından Filistin’e doğru yola çıktı. Uzun ve yıpratıcı bir seferden ve Müslümanlarla yaptıkları kanlı çatışmalardan sonra 1099 yılında Kudüs’e vardılar. Zorlu bir kuşatmanın ardından şehir düştü ve içindeki sivillerin büyük bölümü katliamdan geçirildi. Bu ilk Haçlı ordusu, Kudüs’ü kendisine başkent yaptı ve sınırları Filistin’den Antakya’ya kadar uzanan bir Latin Krallığı kurdu.
Haçlılar Filistin ve civarını ele geçirdikten sonra, bu coğrafyada hayatta kalabilmenin yollarını aramaya başladılar. İlk yapılması gereken, milyonlarca Müslümanın ortasında bir ada gibi duran Haçlı Krallığını askeri yönden güçlendirmekti. Bunun için Avrupa’dan Filistin’e sürekli olarak yığınak yapıldı. Kurulan askeri tarikatlar, Avrupa’dan çok sayıda insanı Filistin çöllerine getirdiler ve profesyonel birer asker olarak eğittiler. Öte yandan muhtemel Müslüman akınlarına karşı dayanabilmek için güçlü kaleler inşa edildi. Avrupa ülkelerinde sürekli yardım kampanyaları düzenleyen “Haçlı lobisi” yoluyla, Filistin’de kurulan Krallığın yaşatılması için on yıllar süren bir uğraş verildi.
Ama tüm bu askeri çabalar, Ortadoğu’daki temel stratejik gerçeği değiştirmedi. Bölge Müslüman bir coğrafyaydı ve Müslümanların ortasında bir ada gibi yaşayan, hem de uyguladığı terör nedeniyle o Müslümanların kinini kazanmış bir devletin yaşamını sürdürmesi mümkün değildi. Askeri takviyeler, profesyonel ordular, güçlü kaleler, tüm bunlar Haçlıların bir süre daha ayakta kalmalarını sağlayabilirdi belki, ama bir gün kaçınılmaz son gelecekti. Tek sorun, Müslümanların Haçlılara karşı ortak bir cephede birleşememeleriydi. Eğer bu birleşme gerçekleşirse, Haçlı Krallığı gün saymaya başlayacaktı.

Müslüman Orduların Zaferi
Nitekim öyle oldu. Haçlılar Kudüs’ü 80 yıldan fazla ellerinde tuttular. Ama bu sürenin sonlarında Ortadoğu’daki tüm Müslüman emirlikleri Selahaddin Eyyubi’nin “cihad” bayrağı altında birleşti. Bu birleşik İslam ordusu, 1187’deki ünlü Hıttin Savaşı’nda tüm Haçlı Ordusunu bozguna uğrattı. Hıttin’in hemen ardından -tam da Peygamberimiz (sav)’in bir gecede Mekke’den Kudüs’e götürüldüğü kutsal Miraç günü- ordu Kudüs’e girerek 88 yıldır Haçlı işgali altında olan şehri kurtardı. Haçlılar, 88 yıl önce Kudüs’ü aldıklarında içindeki tüm Müslümanları katletmişlerdi ve bu yüzden bu sefer de Selahhaddin Eyyubi’nin aynı vahşeti kendilerine yapacağını bekliyorlardı. Oysa Selahaddin Eyyubi Kudüs’te yaşayan Hıristiyanların hiçbirine zarar vermedi. Kudüs, bu tarihten sonra 8 asır daha Müslümanların egemenliğinde yaşayacaktı.
Haçlılar, Selahaddin Eyyubi’nin zaferinden sonra Filistin’de tamamen yok olmadılar. Hıttin’den kurtulan şövalyeler önce Sur kentinde toplandılar, sonra Akra kalesini ele geçirdiler ve Haçlı Krallığı, bir daha hiçbir zaman Kudüs’ü alamasa da, bir yüzyıl daha Akra’da ve çevresinde yaşadı. Ancak bu umutsuz inat, 1291 yılında tamamen kırılacak ve tüm Haçlılar, bu kez genç Memluk emiri El-Eşraf Halil tarafından denize döküleceklerdi.
1291’deki bu vakadan sonra, 20. yüzyıla dek bir daha hiçbir Batılı güç -Napoleon’un 1800’lerin başındaki başarısız seferi hariç- Ortadoğu’ya girmeye cesaret edemedi. Bölge tam anlamıyla içine yabancı bir unsurun girmesine izin vermemişti. Büyük bir askeri ve finansal güce dayanarak Filistin’i ele geçiren Haçlılar, bölge tarafından reddedilmiş, dışarı atılmışlardı. Bu, Hıristiyanlar için iyi bir ders olmuştu; bir daha o homojen bünyenin içine girmeye çalışmadılar.
Ancak 1291’deki “denize dökülme”den tam 6.5 asır sonra bu kez bir başka dinin mensupları aynı şeyi denemeye karar verdiler. Filistin’e “dışarıdan” girip orada bir devlet kurmayı hedeflediler. Hıttin’deki bozgundan sonra geçen yüzyılların ardından, Kudüs’ü Müslümanların elinden almak için yeni bir sefer başlatmaya karar vermişlerdi. Bu kez sefer, Siyonistlerin seferiydi.

Siyonizmin Yeni Haçlı Seferi
Arapların çeşitli isyanlarına, saldırılarına, direnişlerine rağmen, Siyonist proje 1947 yılında gerçeğe dönüştü. İngiltere’nin Filistin’den çekilerek ülkenin geleceğini Birleşmiş Milletler’e havale etmesinin ardından, ülkenin Araplarla Yahudiler arasında yarı yarıya paylaşımını öngören BM planı uygulamaya kondu. 19 yüzyıl aradan sonra dünya üzerinde ilk kez bir “Yahudi Devleti” kurulmuştu. Bir başka açıdan da, altı buçuk yüzyıl sonra ilk kez Ortadoğu’nun Müslüman coğrafyasında “yabancı” bir devletin bayrağı dalgalanmaya başlamıştı.
Hem Filistin’deki hem de komşu ülkelerdeki Araplar bu “yabancı” unsuru bölgeden çıkarabilmek için harekete geçtiler ve 1948 yılı içinde iki taraf arasında kanlı bir savaş yaşandı. İsrailliler, “Bağımsızlık Savaşı” adını verdikleri mücadeleyi kazandılar ve Araplar’ı püskürterek BM’nin kendilerine verdiğinden daha da büyük bir toprağı ele geçirdiler. Filistin; Şeria (Ürdün) nehrinin Batı kısmı -sonradan “Batı Şeria” olarak anılır oldu- ve Akdeniz kıyısındaki Gazze kentinin etrafındaki küçük cep -sonradan “Gazze Şeridi” olarak anılır oldu- hariç, tümüyle İsrail’in egemenliği altına girdi.

Yeni Haçlı Seferi
İsrail Devleti, kurulduğu günden itibaren Filistin’deki varlığını sağlamlaştırmaya yönelik bir siyaset izledi. Üzerinde en çok durulan hedef, ülkedeki Yahudi nüfusunun artırılmasıydı. Bu amaçla, Diaspora Yahudilerini Filistin’e taşımak için yüzyılın başından beri yürütülen transfer işlemlerine hız verildi. Nazi toplama kamplarındaki, Avrupa’daki, Kıbrıs’taki İngiliz “bekleme kampı”ndaki ve İslam dünyasının farklı yörelerindeki Yahudi toplulukları büyük bir kampanya dahilinde Filistin’e göç ettirildiler. 5 Temmuz 1950’de Knesset (İsrail Parlamentosu) tarafından çıkarılan Geri Dönüş Kanunu ile, “dünya üzerindeki her Yahudi’nin bir oleh (göçmen) olarak İsrail’e yerleşmeye hakkı vardır” hükmü kabul edildi.
İsrail, aynı Haçlıların 9 asır önce yaptıkları gibi, Ortadoğu’daki varlığını sağlamlaştırmak için Filistin’e dışarıdan kendi halkını getiriyordu. Haçlılar, Kudüs’e gelirken yalnızca bir ordu olarak değil, aynı zamanda bir halk olarak gelmişlerdi. (I. Haçlı Seferi’nde, profesyonel askerlerin yanısıra, çok sayıda sivil insan da gelmişti.) Kudüs’ü aldıktan sonra da Avrupa’nın dört bir yanından insanlar götürülmüş, bunların bazıları da bu kutsal topraklara yerleşmeye karar vermişlerdi. (Harun Yahya, Filistin)
Siyonistler ile Haçlı Krallığı arasındaki önemli bir benzerlik de, uyguladıkları terör ve hatta “vahşet”ti. Haçlılar, Ortadoğu’ya öldürerek girmişler, öldürerek ilerlemişler ve Kudüs’ü de içindeki Müslümanları toplu katliamlardan geçirerek almışlardı. Antakya Kalesi’nde ve Kudüs’te sivillere karşı uyguladıkları vahşet, Batılı kaynakların da onayıyla, tarihin gördüğü en büyük kıyımlardandı.
Vahşet, Haçlıların gözünde “stratejik” bir gereklilikti aslında. I., II. ve III. Haçlı Seferleri sırasında korkunç sivil kıyımları gerçekleştiren Franklar, sayıca kendilerinden çok olan Müslümanların arasında korku ve ümitsizlik yaymak ve bu psikolojik avantajı askeri alanda kullanmak istiyorlardı. İngiliz tarihçi Karen Armstrong’a göre, Haçlı terörünün -örneğin III. Haçlı Seferi sırasında 1191’de Aslanyürekli Richard’ın Akra Kalesi içindeki 3 bin Müslüman’ı kadın-çocuk ayrımı yapmadan öldürmesinin- amacı, hem asker hem de sivil Müslümanlar arasında korku ve panik yaratmaktı.

Siyonizm Vahşeti
Aynı strateji, yeni “Haçlı Krallığı”nın sahibi olan Siyonistler tarafından da izlendi. 1948 Savaşı sırasında ve sonrasında, Arap nüfusa karşı bilinçli bir terör uyguladılar. Amaç, büyük bir korku ve panik yaratarak Arapları evlerini terk edip göç etmeye zorlamaktı.
Bu şekilde altı ay içinde Arap köylerine düzenlenen sayısız baskınlarla 400 bine yakın Arap, yurdunu terk etmek zorunda bırakıldı. Deir Yassin Katliamı bu baskınların sadece birisiydi. İsraillilerin yıllar içinde terör yoluyla boşalttıkları köy sayısı, Siyonizmin “muhalif” entelektüellerinden biri olan Israel Shahak’ın tespit ettiği rakama göre, 385’ti. Bu köylerin arasında, korkutma yöntemiyle boşaltılanların yanında, Deir Yassin’le aynı sona uğrayanlar da vardı.
Tüm bu vahşet, başta da belirttiğimiz gibi, stratejik bir amaç taşıyordu. Siyonistler, aynı Haçlılar gibi kendilerinden sayıca çok üstün bir düşmanla karşı karşıyaydılar. Bu düşmana karşı üstün gelebilmek ve kendi varlıklarını korumak için büyük bir askeri güce ve psikolojik üstünlüğe sahip olmalıydılar. Uyguladıkları abartılı vahşet, bu ikinci faktörü sağlamak içindi.
Siyonizmin son 50 yıllık tarihi, bizlere “Hıttin Korkusu”nun, ya da denize dökülme korkusunun, Siyonistler için daimi bir endişe olduğunu göstermektedir. Yahudi Devleti, kurulduğu günden bu yana tehdit altındadır ve bunu ne savaşla ne de barışla aşamamaktadır.
Bugüne kadar tüm girişimler Hıttin Korkusu’nu hafifletmek için düzenlenmiş birer “taktik geri adım” olarak düşünülmektedir. Siyonistlerin içine girdiği ve çok ciddi bir biçimde zarar verdiği bölge insanı da bunun farkındadır.
Son gelişmelere bakıldığında bölge ülkelerinin çoğunun, hiçbir zaman Siyonist felsefeyi kabul etmeyeceği anlaşılmaktadır. Zaman zaman ortaya atılan barış süreçlerinin de zaman kazanmak için yapılmış taktikler olduğu belirtilmektedir.

Siyonist Devletin En Büyük Korkusu
Günümüzde Siyonistlerin en büyük endişesi, Müslüman ve Ortadoğu’lu bir devletin, kendisiyle boy ölçüşecek bir güce sahip olmasıdır.
Bu, “yeni bir Selahaddin” anlamına gelir ki, “yeni Haçlı Krallığı” kimliğindeki Yahudi Devleti’nin en büyük korkusudur.
İşte Siyonistlerin, Ortadoğu’daki ve hatta tüm dünyadaki İslami hareketlere karşı son derece katı bir politika savunmasının nedeni de yine budur.
Samuel Huntington’ın öngördüğü “Medeniyetler Çatışması” tezinin asıl olarak Siyonistler tarafından destek görmesinin anlamı da budur. Siyonistler, kendisi için en büyük tehdit olarak gördükleri İslam dünyasını Batı ile çatıştırmak istemektedirler. Ya da, Kudüs İbrani Üniversitesi’nden Israel Shahak’ın deyişiyle, “Anti-İslami bir Haçlı Seferi”nin liderliğini yapmaya soyunmaktadır ve “İslami düşmana karşı girişilecek olan savaşta, Batı’nın öncülüğünü yapmak hedefinde”dir.

Bu Korku Neden?
İşte Siyonistlerin tüm bu uzun vadeli stratejisinin temeli, bu global denkleme dayanmaktadır. Ancak düşünmek istemedikleri muhtemel durum, “bünye”ye dışardan girmiş olan unsurun “doku uyuşmazlığı” nedeniyle reddedilmesi ve dışarı atılmasıdır. Siyonistler, bu tarihsel gerçeğe meydan okumaya çalışmaktadırlar. Bu nedenle, Siyonistler “Hıttin Korkusu”nu aşamamaktadırlar.
Sonuç olarak; İsrail’in Ortadoğu’ya bakışını anlamak için öncelikle “Hıttin Korkusu”nun farkında olmak gerekir.

Türk ekonomisi ve siyaseti ile her zaman yakından ilgilenen Yahudilerin, neden Türkiye’yi Ortadoğu ateşinin içine çekmek istediklerini anlamak için bu yazıyı iyi okumanızı öneririz.

1880 yılında İstanbul’a gelen ve burada öğretmelik yapan Bertrand Bareilles’in 1917 yılında kaleme aldığı “İstanbul’un Frenk ve Levanten Mahalleleri” adlı kitabında Türkiye’de yaşayan Yahudilere geniş yer ayırıyor. Bareilles kitabında, Yahudilerin Filistinle birlikte hedefleri arasında Türkiye’nin de bulunduğuna işaret ediyor.

Türkiye’de Yahudi cemaati gelişmektedir, ama düne kadar bu gelişme sadece manevi düzeydeydi. Zaten maddi gelişmeden söz etmek yersiz olurdu. Çünkü Fransa’nın gönderdiğinden başka parası olmayan bu ülkede kimse servet yapamıyordu. Ayrıca Yahudi, kökleri bizim büyük Devletimiz’den çıkan liberal kurumlara uzanan bir toplumsal konumdan yararlanıyordu. Bunu, Evrensel İsrail Birliği’nin kurucusu Charles Netter’e, birçok yönden Tevrat’ta ki yargıçlarınkine benzer bir politikanın temellerini atan Hirsch’lere, Rotschild’lere borçluydu. Birlik okulları Yahudiliğin gelişimine büyük katkılarda bulundu. Yahudi, önyargıların ve kötü niyetlerin kendisini hapsettiği aşağı konumdan yavaş yavaş çıktı. Türkiye’de Yahudi milleti içinde özellikle iş alanındaki becerileriyle sivrilen çok sayıda insan bulunmakta ve bunların politikası, dünya çapındaki bir politikayla uyum içinde işlediğinden etkili olmaktadır. Bugün Yahudi ırkı sınır farkı tanımayan bir aile gibidir. Diğer milletler birer aileler toplamı iken Yahudilerin bir kardeşler toplumu olduğunu söyleyen Pascal, her zamankinden çok doğrulanmaktadır.

Yahudiler herkesle iş yapar, ama dostlukları sadece kendi içindedir. Dışlayıcı ve kendi içlerine kapalıdırlar; kuşkusuz bunda dinlerinin de payı vardır. Ama ırksal içgüdülerinin en önemli göstergelerinden birine dönüşen kendini savunma gereksinimi de unutmamak gerekir. Dünyada daha etkili bir dayanışma ruhuna sahip, insanların birbirine daha çok omuz verdiği başka bir cemaat yoktur. Öyle ki onları ilgilendirebilecek her olay bu cemaatte önemli yankı bulur. Alışkın bir göz insanların tavırlarındaki heyecandan bu olayları ve yankılarını ayırt edebilir. Bu gözlem kuşkusuz diğer cemaatler içinde yapılabilir, ama Yahudilerde iş çok daha belirginleşir. Kendilerini etkisi olmayacak her şeye karşı ilgisiz kalırlar; olaylarla ancak kendi hedeflerine ya da çıkarlarına uydukları oranda ilgilenirler. Gerek koşullardan yararlanmak, gerekse sorumluluktan kaçmak konusunda çok beceriklidirler; kimi zaman hiç belli etmeden yabancı aracılar kullanarak işlerine gelecek kimi olayları kışkırttıkları bile görülür.

Politikaları hep aynıdır; ama önlerine koydukları hedefe olaşmak için başvurdukları araçlar ve formüller sadece koşullara göre değil, aynı zamanda bir ülkeden diğerine ve ortamdan ortama değişebilir.

Türkiye’de nüfuz merkezleri Selanik ve eylemlerinin temel dayanağı dönme denen müslüman Yahudilerdi. Dönme İsraillinin onu kendinden kabul edeceği kadar Sami kalmış ama türkün güvenini kazanacak kadar da Müslümanlaşmıştı. Cahit’ler ve Cavit’ler dönmedir.

Şu arada Yahudilerle Türkler arasında süren ateşkes döneminde, Türkler Siyonist girişimin hedeflerinden habersiz değildir. Her zaman iyi haber alan Türk etrafında olup biten her şeyi bilir; çünkü ayakta kalabilmek için, maddi kaynaklarından çok, incelik ve kurnazlığın eşit dozlarda kullanıldığı diplomatik yeteneklerine güvenir. Rusya’nın ezilmesi ve bugüne kadar kendisine hizmet eden ama artık bağımsızlıktan başka bir şey düşünmeyen ırkların kökten yok edilmesi sonucunda, İsrail halkı daha hedefini gerçekleştiremeden kendi emellerine ulaşabileceğini hesaplamaktadır. İsrail halkının bu emellerine göz yumar görülmekte böylece bekleyiş döneminde Yahudiliğin çeşitli güçlerinden yararlanma olanağı bulmaktadır. Bu anlaşma, kendisine ayakta tutan hayaller yaşadıkça sürecektir.

Bugün Abdülhamid’i deviren darbenin örgütlenmesinde ve Türk işlerinin yönetiminde Yahudilerin oynadığı rolü herkes biliyor. İttihat ve Terakki Cemiyeti dönmelerden oluşuyordu. Resmi yayın organı Tanin, bir dönme olan Hüseyin Cahit tarafından yönetiliyordu. Cemiyetin diğer yayın organı olan ve Fransızca basılan Jeune Turc, Siyonizm tarafından finanse ediliyor ve içinde Yahudiler de çalışıyordu. Düzenbaz Cavit de en az diğerleri kadar dönme idi. En çeşitli yetkilerle donatılmış ve daha önce işitilmemiş bir şekilde, Yıldız’a gidip Halife’ye milletin artık kendisi istemediğini bildiren parlamento heyeti içinde de yer alan mebus Karasu da Yahudi idi. 1914’den beri, yazı işleri müdürlüğünde kalan Hüseyin Cahid’in yerini alan ve Tanin’in başyazarı olan Salomon Efendi’nin de bir Yahudi olduğunu belirtelim.

Tüm giz perdeleri henüz kaldırılmamıştır. Ama 8 Temmuz 1908 darbesinden beri Türkiye’de yaşanan olayların öncesinde ve sonrasında yer alan entrikalar bunların gerçekleştirilmesinde Yahudi-Alman girişimlerinin payı hakkında bir fikir vermektedir. Times ‘ın Viyana muhabiri Mr. Steed bu anlaşmanın en önemli olayının Reval görüşmesinin ertesinde, 1908in haziran başında Çar ve Kral Edward’ın yanlarında Isvolsky ve Sir Charles Hardinge ile birlikte, genel bir vali atanmasını öngören Makedonya reform programı üzerinde anlaşmaya varmalarıyla yaşandığını söyleyecektir. “Almanya’nın” ve Avusturya-Maceristan’ın Alman-Yahudi basını bu görüşmeyi mevcut statükoya karşı bir komplo olarak suçladı ve sultanın egemenlik haklarına ve toprakları üzerindeki idari otoritesine karşı, püskürtülmesi gereken bir saldırı olarak niteledi. Jön Türklerin Abdülhamid’e karşı örgütlenmesinde toplantı yeri olarak kullanılan Selanik ve Makedonya’nın tüm mason localarında Reval görüşmesi hakkında bu Avusturya-Alman yorumu yaygınlaşmıştı ve Osmanlı imparatorluğu’nu tehdit eden bu yeni tehlike karşısında eylemi hızlandırmak gerektiğinden söz ediliyordu. 24 Temmuz’da Türk isyanı patladı. Barutu ateşleyen fitil, Abdülhamid’in komployu ortaya çıkarması oldu.

Ama günü gününe izlenebilen birbirini destekleyen ilk olaylara dönelim. 1896’da Dr. Herzel Berlin’de Siyonist Cemiyeti’ni kuruyordu. Ertesi yıl Kayzer o gürültülü Doğu gezisini gerçekleştiriyordu. Bunun hemen ardından Yahudi kolonizasyon tasarılarının gerçekleşmesi için çalışmalar başlıyor, ama bunu ilke olarak kabul eden Abdülhamid o kuşkulu kişiliyi ile tasarının hayat geçirilmesini engellemeye uğraşıyordu. Tüm vaatlerine karşın, yavaş yavaş tarım kolonileri kurulan Hayfa ve Saron bölgelerine Rusya’dan ve Galiçya’dan akın etmeye başlayan Yahudilere toprak satılmasına karşı çıkıyordu. Özellikler bu toplulukların kendi seçtikleri noktalarda büyük kalabalıklar halinde yığılmasına izin vermeyi reddediyordu. Sultanın Panislamist propagandayı yürüten Arap şeyhlerinin temkinli önerilerine kulak verdiğini biliyorum. Ama bu durum söz konusu girişimi hazırlayanların işine gelmiyordu. Türk yetkililere, “göçmenlere bireylerin ve ailelerin ayrılmasının şart koşulmaması gerektiğini çünkü bir Yahudi’nin dini görevlerini yerine getirmek için kendi dindaşları arasında yaşamak zorunda olduğunu” anlatabilmek için müdahale etmeleri gerektiğine inandılar. Jön Türkler iktidara gelince her şey değişti. Siyonist önderler daha büyük bir dayatmacılıkla bu sorunu gündeme getirdiler, ama şimdi tartışmasız bir güce dayanan bir örgüte uygun düşecek bir otorite ve haber alma kaynaklarına sahip olduklarını gösteren bir güven ile konuşuyorlardı. Babıali’ye gönderdikleri bir notada, Türkiye eğer Yahudi göçüne izin verirse “başka ülkelerde yüksek mevkilerde bulunan dindaşlarımız, kendi ülkelerine karşı görevlerini aksatmamak koşulu ile tüm nüfuzlarını Meşruti Osmanlı hükümetinin siyasal ve ekonomik ilerlemeleri hizmetine sunabilir. Yahudiler ile Türkiye arasında bu ittifakın kurulmasını kurulmasına girişecek olan Osmanlı devlet adamları, milletimizin şükran ve minnetini elde edebileceklerinden emin olabilirler. Yahudi dünyasının bağlılığı ve dostluğu konusunda gerekli sözleri ve güvenceleri verebiliriz; bizim tavsiyelerimizin ve dileklerimizin bu dünyayı yöneten kişiler ve çevreler tarafından olumlu karşılanacağına eminiz.” Bu çağrıya kulak verildi ve Yahudilerin yeni koloniler kurmak üzere hemen Filistin’de toprak satın alma pazarlıklarına giriştikleri görüldü. Taberiye kentinden Safed’e kadar uzanan bir bölgede, Taberiye gölünü çevreleyen ve Ürdün nehri boyunca Eriha’ya kadar inen bir alanda hatırı sayılır toprakların sahibi olacaklardı. Savaş arifesinde yeterli halkın özellikle de Dürzilerin tüm muhalefetine karşı, topraklarını Suriye’ye doğru genişletmişlerdi.

Bu derneklerin ne olduğunu, kredilerinin nereden kaynaklandığını, kimler tarafından yönetildiklerini bugün artık herkes biliyor. Yinede bunların Alman Yahudilerinden oluştuğunu belirtelim ve aidiyetin onların yüksek mevkilerde bulunan diğer ülkelerin Yahudileri adına, onları yöneten çevreler tarafından kendilerine karşı çıkılmayacağına güvenerek, yabancı bir hükümetle anlaşmaya girmelerini engellemediğinin de altını çizelim. Her yerde kolları olan bu dernekler –sadece Amerika’dan söz edecek olursak- gerçekten de Kahn, Loeb Kumpanyası ve onların denetimindeki Felix Warburg, James Speyer gibi güçlü mali kuruluşlara dayanıyorlardı. İngiltere’de Banker Cassel’e ve Jön Türklerin çıkarlarına bağlılığıyla dikkat çeken Adam Block’a ve Rusya’nın güçlü Musevi örgütlerine dayanıyordu. Bu ittifak Babıali’ye bir ayağının Alman müttefikinde diğerinin de olası rakiplerinde olması avantajını sağlıyordu. Bilgenin dediği gibi, dostlarınızın sayısını asla yeterli bulmamalısınız.

Siyanist emellerin Jacobson’lara Eikus’lar ve Morgenthau’lar tarafından temsil edilen yürütme organları da uluslararası nitelikte idi. İstanbul’da elçi olan Morgenthau, 1 Temmuz 1916’da şu haberi yayınlayan Le Peuple Juif gazetesine bakılacak olursa, zamanını boşa harcamıyordu: “Morgenthau, 21 Mayısta Cincinnati’de yaptığı bir konuşmada, savaştan sonra Filistin’in Siyonistlere bırakılması sorununu kısa bir süre önce Osmanlı hükümeti ile görüştüğünü açıkladı. Açılımları Türk nazırları tarafından çok olumlu karşılanmıştı. Rakamlar önerildi ve bir Filistin cumhuriyeti kurmanın yararları tartışıldı.” Ve gazete konuşma haberinin ardından şu yorumu yapıyordu: “tüm dünya Yahudileri güncel olayları diğer halklardan daha umutlu bir şekilde izlemekte haklıdır; çünkü tam bağımsız bir vatana kavuşma şansları oldukça yüksektir.” Morgenthau bu konuşmayı yaparken, savaşta taraf olan bir devletin top atışlarıyla imzaladığı bir anlaşmanın yazgısından pek kaygılanmadığı anlaşılıyor; ama Wilson sahneye çıkınca herhalde kendine sormuştur. Zaten başka etkenler de bu konuda imdada yetişti. Jön Türk hareketini yönettikleri sürece her türlü Siyonist gösteriden sakınan Selanik Yahudileri, Yunan uyruğuna geçtikten sonra bu temkinli tutumu bir yana bırakıp, General Sarrail’in iyi niyetli süngülerinin gölgesinde geçek kimliklerini ortaya koyabileceklerini düşündüler.

Bu kentin bir gazetesinde çıkan habere göre, “17 Nisan 5677’de (9 Nisan 1977)” yıllık Yom Aşokel bayramını kutlamak için toplanan 3000 kadar Selanikli Siyonist içinde bulunan günlerin İsrail halkının hak etmediği felaketlerin sona ermesinde ve binlerce yıllık umutlarının gerçekleşmesinde ne kadar büyük bir önem taşıdığının bilincinde olarak, halkların en eskisine karşı olan adalet borcunun ödenmesi, Yahudi milletinin tarihsel toprakları olan Filistin’de dirilmesi için Yahudi olmayan dünyanın tüm seçkin yüreklerinin sıcak desteğini bekliyorlar.” Bundan iyisi can sağlığı; ama bu çağrının elçinin tek yanlı oyunlarının biraz fazla küçümsediği İtilaf güçlerini yumuşatmayı hedeflediği açıktır. “seçkin yürekler”in desteği istenmektedir. Çünkü hedeflerin gerçekleştirilmesinde artık sadece Almanya’nın gücüne dayanarak başarı sağlanamayacağı anlaşılmıştır. Bu hedeflerin Müslüman önyargılarını ayaklandırmaktan öte sadece Fransa’nın değil –sadece Fransa olsa pek önemli sayılmazdı- İngiltere’nin de çıkarlarına ters düşeceği, Hint Okyanusu’na açılan büyük ulaşım yolları üstüne Töton kültüründen gelme unsurların yerleşmesini İngiltere’nin hoş karşılamayacağı düşünülmüştü. Yaşlı kıtaların göbek deliğini oluşturan Suriye ve Mezopotamya’nın, Ön Asya’nın geri kalanının çok daha önemli olduklarını, tüm kapıların bu anahtarlarla açıldığını İngiltere, Fransızlardan daha iyi bilir. Üstelik İngiltere, bu tasarıyı kabullenmek istese bile, müttefiki olduklarını açıklayan Arapların duygularını incitmeyi göze alabilir mi? Tevrat çağına dek uzanan bir hakka sahip olduklarını ileri süren bir takım yabancıların gelip –Kızılderililere yapıldığı gibi- topraklarını ellerinde almaları karşısında Araplar susacak mıdır? Ve niye toprakları ellerinden alınacaktır? O kadar uzun süre başkalarının yanında yaşayan İsrail, sonuçta kendi ırkından bir başka unsurun yanında yaşamasını niye hoşgörüyle karşılamayacaktır ? Filistin’e geri dönüşün mutlaka Amuriyelilerin ve Moabitlerin sürülmesiyle birlikte mi düşünmek gerekir?

Siyonizmin Türkiye’yi, sonucu ne olursa olsun, ancak tabut içinde çıkabileceği bir savaşa itmesinin altında Davud’un tahtının yeniden kurulmasının İslam için de yaratacağı güçlükleri aşma öngörüsü yok mudur? Güçlü sermayelerin kullanılması ile nüfusu ve kendisi yenilenecek bir Türkiye, Yahuda topraklarında kurulacak bir Yahudi cumhuriyetine geçiş yolu olacaktır. Planları hazırlayanlar Siyonist sorunu bu şekilde çözülmesini düşünmüş olmalıdır. Yahudi’nin toprakta çalışmaktan tiksinmesi gibi diğer engelleri bir yana bırakacak olursak, bu çözümün en azından tüm dünyaya dağılmış durumdaki on iki milyon Yahudi’yi Yahuda krallığı dar çerçevesi, içine sokmanın olanaksızlığından kaynaklanan güçlükleri –Yahudi karşıtları bu güçlükleri ustaca istismar etmektedir- aşma avantajı sağladığı kabul edilmelidir. Kimi olgularca da inanılır kılınan bazı söylentilere bakılırsa Siyonist, sadece Tapınağını kuracağı ve iki bin yıllık bir aradan sonra Tanrı’ya yeniden sunmaya başlayacağı yakılmış kurbanların dumanlarının tüteceği kayalık Filistin’i değil, kullanılmamış zenginlikleriyle, stratejik noktalarıyla, Akdeniz’in bir Güney Baltık denizine dönüşmesini engelleyen ulaşım yollarıyla tüm Türkiye’yi istemektedir.

Bununla birlikte, kendi evinde oturmak istemesine karşı başkalarının yanında yaşamayı sürdüren bir ulusun ebedi sorunu muhalefetleri artırarak çözülemeyeceğini görmek gerekir. Bu oyunda İsrail, sadece eski, zararsız ve zaten hayırseverlik bilinci ile yumuşatılmış önyargılardan değil, hiçbir zaman affetmeyen yeni kıskançlık ve kinlerden beslenen acı düşmanlılar yaratmıştır kendine. Gerçi Almanya, İsrail’in artık işine yaramadığını düşündüğü, bu nedenle zaten ilk işaretini ve örneğini de kendisinin verdiği Yahudi karşıtı duyguları canlandırma kararı aldığı gün Yahudilerin durumu iyice kötüleşecektir. Çünkü Almanya’nın hoşgörüsü sadece koşullara bağlıdır ve kısa vadede tüm dünyayı önünde diz çöktüreceğini düşündüğü anlaşmalara dayalı kısa bir ateşkesten başka bir şey değildir.

Bu makale Bertrand Bareilles’in Güncel Yayıncılık tarafından basılan “İstanbul’un Frenk ve Levanten Mahalleleri” adlı kitabından özetlenerek alıntılanmıştır.

Cemil Meriç, “Kartaca’nın tarihini Roma’dan dinledik” diye yazmıştı. Roma karşısında mağlup olan ve bütün izleri silinen bu Afrikalı devlet, tarihini anlatacak bir Kartacalı çıkıncaya kadar sessizliğini koruyacak muhtemelen. Avrupa’nın Kartaca’sı olan Osmanlı tarihini de Avrupa merkezli bir bakışla okuyup okutmuyor muyuz? Biz de Osmanlı’nın tarihini Avrupa’dan dinleyenler safında değil miyiz? Osmanlı tarihini ‘Viyana’ya gittik, Viyana’dan döndük’ şablonuna sıkıştırarak anlatma hastalığımızdan belli değil mi bu? Niye Tebriz’e, Aden’e, dünyanın bir ucundaki Hindistan’ın Goa limanına kadar gittik demiyoruz da, Viyana’ya gitmeyi bu kadar önemsiyoruz? Üstelik Viyana’nın İstanbul’dan mesafesinin sadece 956 kilometre olduğunu bile bile söylüyoruz bunları (oysa Osmanlıların fethettikleri Bağdat’ın İstanbul’a olan mesafesi 1,334, Kirmanşah’ınki ise 1,579 kilometredir). Daha Yemen’i dâhil etmiyorum listeye, çünkü ölçüm aletlerimizi maazallah patlatabilir.

Tarihimizle ilgili bilgilerimizde Avrupa bu denli sabit, değişmez bir ölçü ise, bizzat Avrupa tarihiyle ilgili bilgilerimizde bu haydi haydi böyledir. Bu yazıda Avrupa’nın kendisi hakkında uydurduğu, sonra da beyinlerimize yerleştirdiği 10 yalana eğilecek ve onların gözlerimize serap serpen kuyu başlarında beliren saflığımıza beraberce güleceğiz. Buyurun.

1) Yunan mucizesi yalanı

Antik Yunanlıların insanlık tarihinde eşsiz bir mucize gerçekleştirdikleri tezi, kendi karanlık dünyasına fener tutmak için çırpınan Avrupalı aydınlar için afyon etkisi yapmış ve bu efsaneye can simidi gibi yapışmışlardır. Neden? Çünkü Rönesans yıllarında Avrupalılar ele gelir neleri varsa bunları Müslümanlardan aldıklarını biliyor ve Müslümanlar karşısında içine düştükleri aşağılık kompleksinden kurtulabilmek için onların haricinde bir tutamak arıyorlardı.

İşte sözde Yunan mucizesi, bu iflah olmaz hastalığa bir tür sahte deva olarak sunulmuştu. Nitekim bu tez, hiçbir işe yaramadıysa bile Yunan halkının Osmanlı bünyesinden koparılması için Avrupa çapında bir heyecan dalgasına yol açtı ve bağımsız bir Yunan devletinin kurulmasıyla sonuçlandı. Oysa ne o gün Yunanistan’da yaşayanlar Eflatun ve Aristo’nun torunlarıydı, ne de ortada herhangi bir mucize vardı. Üstelik Martin Bernal’in “Black Athena” adlı 4 ciltlik çalışmasında yetkinlikle ortaya çıkarttığı gibi, “Yunan mucizesi” diye bilinen uygarlığı kuranlar Yunanlılar değil, siyah derili Afrikalılardı, yani Fenikeliler ve Mısırlılar! Velhasıl Yunan mucizesi tezi, Romantiklerin icad ettikleri bir yalanı pazarlama çabasından başka bir şey değildi.

2) Magna Carta yalanı

Hangi aklıevvelin kitabını açsanız, dünyada demokrasinin ve anayasa hukukunun başlangıcı olarak İngiltere Kralı I. John’un yetkilerini kısıtlayan Magna Carta adlı belgeyi önünüze sürerler. ‘Adamlar daha Selçuklular devrinde demokrasinin temellerini atmışlar kardeşim’ yollu konuşmalara siz de sık sık rastlamış olmalısınız. Oysa çok özel bir durumdan neşet eden bu belgenin o günkü İngiltere tarihi için dahi “gerici” bir belge olduğunu bilmek önemlidir. Bakın neden?

Bir kere 1215 yılında imzalandığı bilinen Magna Carta’nın kral tarafından imzalanan orijinali değil de, kopyaları elimizdedir. İkincisi, bu belge ilerici değil, düpedüz gerici bir belgedir, çünkü Kral, feodal beylere, baronlara yeni vergiler yüklemek istiyor ve merkezî hükümetin gelirlerini artırmaya uğraşıyordu; baronlar ise tam tersine, eski düzendeki vergilerin aynen devamı için bastırıyorlardı. İşte krala imzalatılan belge, feodal ayrıcalıkların yeniden tanınmasını getiriyordu, kaldırılmasını değil. Yani ileriye gidişi değil, eskiye dönüşü amaçlıyordu.

Ancak tarihte yapılan bazı hareketlerin amaçlanmamış sonuçlar doğurması nadir rastlanan bir durum değildir. İşte Magna Carta’yı imzalatanların başına gelen de bu oldu. Onlar feodal sisteme dönülmesi için uğraş verirken, sonraki kralların, çözümü feodal düzenin dışında aramalarına yol açmış, böylece tahkim edeyim derken feodal düzenin yıkılmasını kolaylaştırmışlardı. Bu sebepledir ki, Kral I. John üzerinde uzmanlaşan Johns Hopkins Üniversitesi eski öğretim üyelerinden Sidney Painter, açıkça “Magna Carta’da demokrasi yoktur” diyebilmektedir. Çünkü bu belge, İngiliz feodalizminin resmi beyanlarından biridir sadece. Painter’ın altını çizdiği bir başka husus ise bu feodal geleneğin modern demokrasilerimizde yaşamaya devam ettiğidir! (1808 Sened-i İttifak’ını Magna Carta’nın geç bir yansıması olarak gösterenlerin ‘gözüne gözlük’ diyelim mi?) Yani aslında feodal düzen yıkılmadı, ruhu modern demokrasilere geçmiş oldu sadece.

3) Rönesans yalanı

“Rönesans” (Renaissance) kelime anlamı itibariyle ‘yeniden doğuş’ demek. 19. yüzyıl tarihçileri tarafından aydınlık kabul ettikleri kendi çağlarını karanlık Ortaçağ’dan ayırt etmek üzere icat edilen “Rönesans” terimi, nedense fazlasıyla ciddiye alınmış ve sanki tarihte böyle bağımsız bir dönem yaşanmış gibi gösterilmiştir. Oysa tarihte Rönesans’ı meydana getiren ustaların yaşadığı ve eserlerini ortaya koydukları bir zaman diliminden söz edebilmekle birlikte, öyle planlı programlı, tasarlanmış, başı ve sonu belli bir dönemi kesinlikle göremeyiz.

İnsanın otoriteleri sorgulamaya başladığı dönem olarak yüceltilen Rönesans’ın kendisi nedense sorgulanmaz, kutsal bir inek gibi çevremizde döner durur. Oysa Lynn Thorndike adlı uzman, daha 1943 yılında şunları söylüyordu: “Hiç kimse Rönesans’ın ayrı bir dönem olarak varlığını ispatlayamadı; hatta bunu yapmak için çaba da göstermedi.” Yani Rönesans’ın Orta Çağlardan nasıl ayırt edilebileceğini bilmediğimiz halde Rönesans’ın varlığı hakkında kesin bir dille konuşabiliyoruz.

İşte günümüzün en önde gelen Rönesans uzmanlarından Peter Burke, dikkatimizi Rönesans’ın Latin ve Yunan kaynaklarına, yani binlerce yıl öncesine bir ‘geri dönüş’ hareketi olduğu noktasına çeker. Yani Rönesans aydınları, aslında ilerici değil, gericidir. Nitekim genellikle Rönesans’ın hümanist yazarları arasında zikredilen Montaigne, bazı bakımlardan Rönesans aleyhtarı değil midir?

Avrupa tarihinin yalanlarını bir yazıya sığdırmak ne mümkün! Keşke imkânım olsa da hepsini geniş geniş anlatabilsem sizlere. Belki bir kitapta, kim bilir!

4. Amerika’nın keşfi yalanı

Avrupa’nın aslında epeyce geç kalmış “keşifler çağı”, Kristof Kolomb’un Hindistan’a gitmek için yola çıkıp tesadüfen Amerika’yı keşfetmesiyle başlatılır ve amacı, dünyayı tanımak ve dışa açılmak gibi masum sebeplerle açıklanır. Oysa gemide tuttuğu seyir defterinden gerçek niyetini öğrenmek mümkündür Kolomb’un: Tutsak aldığı yerlileri çalıştırarak elde edeceği altın ve gümüşleri gemilerle Portekiz’e getirmek ve “kâfirler”in, yani Müslümanların elindeki kutsal toprakları ele geçirmek. Bunu bir Haçlı seferiyle gerçekleştirmeyi düşlüyordu masum kâşifimiz. Kolomb’un, Müslümanların bulunduğu ülkelerin doğusunda bulunan efsanevî Hıristiyan Kral Prester John’un yardımını sağlamak ve böylece bir sandviç harekâtıyla İslam tehdidini bertaraf etmek üzere Hindistan’a gittiğini de okuyunca mesele iyice çetrefilleşiyor.

Bu yalanın bir başka boyutu da şu: 1492, Amerika’nın keşif tarihi değil, sonradan “Amerika” adı verilen toprakların işgal tarihidir. Zira Amerika, Kolomb’dan yüzyıllar önce Vikingler tarafından keşfedilmiş, bazı Müslüman gemiciler Güney Amerika’ya gidip gelmiş, nihayet son ortaya atılan iddiaya göre ise Çinli bir Müslüman olan Zeng He, bu defa Çin’den yola çıkarak Amerika’ya ulaşmıştır. Velhasıl Kristof Kolomb, Amerika’nın ilk değil, son kâşifidir.

5. Bilimsel devrim yalanı

Bazı yalanlar tekrarlana tekrarlana apaçık doğrular katına çıkabiliyor. “Bilimsel devrim” terimi ilk kez 1939’da ortaya atılıyor. Yine de onu bir kitabın kapağında görmek için 15 yılın geçmesi gerekecektir. Hepi topu 50 yıllık bir ömrü bulunan bu terimin dimağımızı böylesine felç etmesi de gösteriyor ki, bir büyücülük olayıyla karşı karşıyayız. Tek farkı, büyünün bilimsel bir kılıkla yapılıyor olması.

California Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü olan Steven Shapin, “Bilimsel Devrim” adlı kitabına bu yalanın tarihini yazmakla başlıyor. Shapin’e göre “bilim” ve “bilim adamı” terimleri ancak 19. yüzyılda kullanıma girmiş olup 20. yüzyıl başlarına kadar da yaygınlaşmamıştır. Yani bilimin kamuoyu nezdinde bugünkü değerini kazanması, dün denilecek kadar yeni olaydır. Dolayısıyla hem Avrupa, hem de Osmanlı tarihine, bilimin bugün kazanmış olduğu yeni çerçeveden bakarsak fena halde çuvallarız.

Bugün ‘bilimsel devrim’ denilince akan sular durur. Birisi Kopernik, Galile ve Newton’dan söz etti miydi, ayet duymuşçasına sessizliğe bürünür çehreler. Dudaklar bükülür, anlamlı anlamlı kafalar sallanır, ‘Elin adamı neler yapmış bizimkiler uyurken’ nutuklarına sığınılır. Oysa meselenin iç yüzü hiç de öyle değildir.

Mesela Newton’un yaşadığı devirde Cambridge Üniversitesi’nin hali niceydi, biliyor muyuz? Okuyacak öğrenci bulamayan üniversite, öğrenci çekebilmek için indirim üstüne indirim yapıyor, hocalar okulu cazip hale getirebilmek için bırakın sınıfta bırakmayı, talebeye sınıf atlatıyorlardı, sınıf! Üstelik aynı zamanda bir ilahiyatçı da olan Newton, buluşlarının bilimsel sonuçlarından çok, kafasındaki din kavramı açısından taşıdığı anlamla ilgileniyor, Hıristiyanlığın dünyaya nasıl yeniden hakim olacağını tahmine çalışıyordu. Bunun için ayrı bir kitap bile yazdığını biliyoruz. Üstelik zat-ı devletleri, büyücülükle de iştigal ederdi. Hatta bu yüzden adı, çağdaşları arasında “son büyücü”ye dahi çıkmıştır.

Daha ‘bilimsel devrim’in Müslümanlardan çalınan bilgilerle yapıldığı üzerinde durmadık. Galile’ye ‘süredurum ilkesi’ni ilham veren Nasirüddin Tusi’nin 13. yüzyıldaki buluşundan haberimiz yoksa saf saf Avrupa’daki bilimsel devrim yalanına inanmaya devam ederiz elbette.

6. Sanayi devrimi yalanı

Bir “sanayi devrimi” lafıdır gidiyor. Orta malı siyasetçisinden mahalle mektebi seviyesine inmiş bazı üniversitelerin hocalarına kadar yığınla insan, sorgu sual etmeden, ‘Eller aya, biz yaya’ teranesini tutturmuş, Avrupa’nın sanayi devrimini gerçekleştirdiğini, bizimse bu ‘evrensel gelişme’yi ıskalayıp çağdaşlık trenini kaçırdığımızı tekrarlıyorlar.

Nasıl “bilimsel devrim”, tarihçilerin, seçtikleri bir zaman dilimine yüzyıllar sonra yapıştırdıkları bir yafta ise, “sanayi devrimi” de 19. yüzyılın ortalarına doğru coşkuyla keşfedilmiş ve bu yüzden bazı özellikleri abartılmış jenerik bir terimdir. Filmin jeneriği, filmin kendisi olabilir mi?

Sanki Sanayi Devrimi bütün Avrupa’da aynı anda olmuş bitmiş bir olay gibi sunulur bize. Halbuki İngiltere’de giderek hızlanan ve istikrarlı bir tarzda gelişen sanayileşme, Fransa’da ağır aksak ilerlemiş ve büyük ölçüde İngilizleri taklit etmiştir. İngiltere’ye adamlar yollanmış ve hem makine, hem de işçi getirtilmiştir. Böylece Fransa için bir Sanayi Devrimi’nden değil, olsa olsa İngiliz makine sisteminin girişinden söz edebiliriz.

Bilimsel buluşların Sanayi Devrimi’ni hazırladığı iddia ediliyor. Hiç alakası yoktur. Mesela buhar gücüyle çalışan makineyi tasarlayan James Watt bilim adamı değil, amatör bir mucitti. Çelik sanayinin babası kabul edilen John Wilkinson bir işadamıydı. Tekstil dokuma tekniğinde çığır açan iplik eğirme makinesi tasarımını başkasından araklayan Samuel Arkwright, inanmayacaksınız belki ama bir berberdi!

Başka kuşkular da var. Mesela “Sanayi Devrimi’nde geçtiği ileri sürülen sahneler, ancak 70 yıl sonra yaşanmış olabilir.” diyor Minnesota Üniversitesi’nden Herbert Heaton. Yani sonraki yıllarda cereyan etmiş olayları önce olmuş gibi gösterme numaraları da söz konusu. Düşünün bir, İngiltere’de 1830’larda bile pamuk işçilerinin sayısı, evlerde çalışan halayıkların sayısından azdı. 1850’de Yorkshire şehrinde yün eğirme işinin hâlâ elle yapıldığını gösteren kanıtlar mevcut. Hatta 1877’de, makinelerdeki kadar ucuza elle dokuma yapan bir imalatçı yaşıyordu İngiltere’de. Bu Fransa ve Almanya için haydi haydi böyleydi.

Sanayileşme sadece üretim artışıyla değerlendirilemez. Önemli olan hangi bedeller karşılığında başarıldığı değil midir? İngiltere’de uyuşturucu neden yaygındır bilir misiniz? Fabrikalarda geçen uzun gecelerde anneler bebeklerini uyutmak için afyon kullanıyorlardı da ondan. Tarih, ne yazık ki acımasızdır.

7. Galile’nin yargılanması yalanı

Bilim-din çatışması denilince ilk öne sürülen örnek, Galile’nin yargılanmasıdır. Kendilerinin “aydınlık” tarafta bulunduklarına adları gibi iman etmiş çevreler, “karanlık”ı temsil eden Ortaçağın ve Kilisenin baskı ve işkencelerine karşı direnen(!) bu soylu kahramana alkış tutarlar.

Oysa Galile’nin yargılanması diye bir olay cereyan etmemiştir. Af edersiniz, şöyle düzelteyim; yargılanmıştır ama bu, dostlar alışverişte görsün kabilinden bir yargılamadır ve Galile’yi mahkûm etmek bir yana, onu muhtemel fanatik hücumlarından kurtarmak için düzenlenmiş bir mizansenden ibarettir. Kendisini yargılayan Kardinaller, Galile’nin okul arkadaşlarıydı. Unutmayalım ki Galile, kilisenin bünyesindeki bilim adamlarındandı. Nitekim Papa da eski bir arkadaşı oluyordu. Hatta iki kızını rahibe olmaları için manastıra kapatan da bilim güneşimiz Galile’den başkası değildi.

Üstelik Galile’nin yargılanış sebebi, Dünya’nın Güneş’in etrafında dönmesi gibi bilimsel düşünceleri değil, bağlı olduğu, bağlı olmak ne kelime, bizzat içinde bulunduğu Katolik Kilisesi’ne itaatsizliğidir; yani kilise içi bir meseleyle karşı karşıyayız. Papa’ya, teorisini bir varsayım olarak sunacağına söz verdiği halde, bu sözünü tutmayan ve kitabını bildiği gibi bastıran Galile’nin arkadaşları tarafından gerçekleştirilen bir kurtarma operasyonudur yargılama. Anlayacağınız, Galile bahane, onun üzerinden dinin mutlaka bilime karşı olması gerekiyormuş gibi bir sözde gerçeklik üreterek nasiplenenler şahane!

8. Siyonizm yalanı

Yahudi meselesi, bir Avrupa sorunuydu; ama İslam âlemine fatura edildi. Avrupa, yüzyıllar boyu uğraştı durdu Yahudilerle. Şehrin içine bile almadı onları; mahallelerini yaktı, kovdu, dövdü, öldürdü, mallarını müsadere etti. Aynı dönemde ise İslam âleminde Yahudilerin keyiflerine diyecek yoktu.

Öte yandan Siyonizm’in babası Theodor Herzl’in II. Abdülhamid’e Avrupa’yı şikâyet etmesi gerçekten tuhaftı. Bir Ortadoğu kavmi olan Yahudiler, kendilerini Avrupa’ya sürgün edilmiş gösterip yerlerine dönmek isterken, Abdülhamid onları kullandığını Avrupa’nın biliyordu. Nitekim tekliflerini reddedince haklılığı gün gibi ortaya çıktı; onu devirmekten tutun da Çanakkale’de bize karşı savaşmaya kadar pek çok komplo ve girişimin başında Siyonistler yer alacak, İngilizlerin yedek güçleri, daha doğrusu “Asya’ya karşı Avrupa kalesinin suru”, “barbarlığa karşı uygarlığın uçbeyleri” olarak harekete geçeceklerdi. Hâlâ da öyle değil mi?

Daha da acı olanı, “topraksız bir halk” dedikleri Yahudilere, “halksız bir toprak” olarak sundukları Filistin’in durumuydu. Milyonlarca Müslüman ve Hıristiyan Filistinli yaşamasına rağmen (nüfusun yüzde 95’ini oluşturuyorlardı), Filistin toprağı boş bir arazi olarak sunuldu dünyaya. Ancak şimdi aynı trajedi, hem de kat be kat fazlasıyla Filistin halkı için geçerli, yani toprakları ellerinden alınmış durumda. Ne var ki, o hayırhah Avrupa’nın kılı kıpırdamıyor. Neden? Çünkü İsrail devleti, Ortadoğu üzerinden geçecek stratejik hammadenin, yani petrolün kontrolü için gerekliydi ve bunun, Yahudi halkına insanî yardımla herhangi bir alakası yoktu.

9. Doğu despotizmi yalanı

17. yüzyıla kadar Çin, Hint ve İslam âlemlerine oranla epeyce geride bulunan Avrupa, kendisi haricindeki medeniyetlere bilinçli bir çamur atma stratejisini izledi. Ağır bir aşağılık kompleksi içindeydi. İşte bu strateji doğrultusunda Doğu’nun despotik bir yönetimi olduğu tezi ortaya atıldı ve Marx’tan Weber’e, hatta bugünkü bazı akıldanelerimize kadar pek çok kafayı iğfal etmeyi başardı.

Oysa Lucette Valensi gibi araştırmacıların da ortaya koyduğu gibi, bu, Avrupa zihniyetinin, gerisinde bulunduğu Doğu’yu gözden düşürme ve onun üzerinden kendi kimliğini üretme mücadelesinin bir parçasıydı. Ancak Voltaire ve Althusser gibi iki büyük düşünür bu yalanı yutmamış ve asıl despotizmin Avrupa’da yaşandığını, Avrupalı düşünürlerin, kendi ülkelerindeki despotizmi, dışarıya yansıtarak, yani Doğu’yu istismar ederek okurlarına anlattıklarını, artık Osmanlı’nın yakasından düşme vaktinin geldiğini dile getirdiler. Ne ki, bu tatlı yalanın ısıttığı sıcak yataktan kalkmaya kimse razı değildi.

10. Batı’nın üstünlüğü yalanı

İktisat ilminin kurucularından Adam Smith, 1770’lerde Çin teknolojisinin Avrupa’dakinden ileri olduğunu itiraf ediyordu, biz ise 18. yüzyılda Avrupa’nın dünyanın en ileri uygarlığı olduğunu savunmaya devam ediyoruz. Neden acaba? Şundan sanırım: Beyinlerimiz keşifler, icatlar, Rönesans, Aydınlanma, Bilimsel Devrim gibi bir sürü Avrupa yalanıyla tıka basa doldurulmuş durumda. Böyle olunca, dünyanın diğer bölgelerinde neler olup bittiğiyle ilgilenmiyor ve daima skora takılıyor gözümüz: Ne olsa maçın kazanılıp kazanılmadığı önemli.

Öyleyse Hodgson ve Blaut gibi birinci sınıf tarihçilerle sesimizi gürleştirelim: Avrupa’nın “gelişmesi”, Afrika ve Asya karşısında uzun süren geri kalmışlığını telafi etmeye ancak 1800’lerde yetecekti. Avrupa, dünyanın diğer kısımlarındaki gelişmelerden o kadar uzak kalmıştı ki, şu meşhur keşiflerle bir parça nefes alabilmişti. Bu açılma da, Asya ekonomilerinin tarihinde pek çok defa vuku bulan bir gerileme anına denk gelmiş, Osmanlı ve Çin dahil Doğu’nun başlattığı bir küreselleşme dalgasının üzerine binmişti. İşte Avrupa bu sayede kıyıda köşede kalmaktan kurtulup küresel ekonominin motoru olabildi.

Son sözü Hodgson’a bırakmak en iyisi. Ona göre, modern dünya ile Batı, aynı şeyler değildir. Modernlik, Afrika, Asya ve Avrupa’nın beraberce inşa ettikleri bir oluşumdu. Yüzyıllar süren bu hazırlık döneminden kârlı çıkan bölge, fırsatları değerlendirmeyi bilen ve bir katalizör rolü oynayan Avrupa oldu. Şartlar orada birbirine kavuştu ama kavuşmayabilirdi de. Modernlik Çin’de veya İslam âleminde de ortaya çıkabilirdi (tabii oralara mahsus görünümleriyle). Asya ve Afrika’nın muazzam bilgi birikimi ve ticaret ağı olmasaydı, Avrupa’daki modern dönüşüm hayal dahi edilemezdi.

Düşünün ki, Vasco da Gama bin bir zahmetle Ümit Burnu’ndan dolaşıp Hindistan’ın Kalküta limanına indiğinde İspanyolca konuşan bir Tunuslu Müslüman tüccarla karşılaşmış ve pek şaşırmıştı. Haklıydı, çünkü buraları bilmeyen tek medenî kıta, Avrupa’ydı.

Mustafa Armağan

Kaynak

Tesadüf o ki Türkiye’nin petrol rezervlerinin kontrolü genellikle masonların elinde olmuş. Yine benzer bir tesadüfle ülkemizde petrol arayan şirketlerin tamamı Yahudilere ait. Hakan Yılmaz Çebi petrol kuyularının karanlığında bu tesadüflerin izini sürüyor.

Hakan Yılmaz Çebi’nin netpano.com’daki araştırma yazısı:

MASONLAR TÜRKİYE’DEKİ PETROLÜ KİME SAKLIYORLAR?

Netpano yazarı Hakan Yılmaz Çebi son petrol yasasını hakkında bilinmeyenleri açıklıyor. Yabancıların Türkiye’de petrol aramasına izin veren kanunun kabul edilmesinden sonra, ülkemizde petrol arayan şirketlerin tamamı Yahudilere aittir.

Güneydoğu’da arama yapanlar arasında en büyük iki petrol şirketi “MOBİL” ve “SHELL”di. Shell Petrol şirketi uluslararası sahada Hollanda-İngiliz ortaklığı etiketi kullanır. Royal-Dutek Shell’e bağlıdır. Sahibi Markus Samuel isimli bir Yahudi’dir. Diğer petrol arayıcısı şirket “MOBİL” ise bilindiği gibi Yahudi trilyoner ROCKEFELLER’ın birçok petrol şirketinden biridir.

Türkiye’de petrol aramaya başlandığı 1956 yılından 1968 yılına kadar MOBİL’in Türkiye’deki Genel Müdürü NECDET EGERAN’dı. Necdet Egeran 1954 ‘te yabancı şirketlerin Türkiye’de petrol aramasına izin veren Petrol Kanunu’nun kabul edilmesinde en büyük çabayı sarf edenlerden birisi. Aynı zamanda MTA’nın ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü’nün kurucularından. Daha sonra emekli olup 56′da Mobil’in başına geçer. Mobil’in petrol bulduğu kuyuları beton dökerek toprak üzerine çıkmasını engellediği söylentilerinin yaygın olduğu tarihte Mobil’in tek söz sahibi idarecisiydi. … Dönemin ETİBANK GENEL MÜDÜRÜ BURHAN ULUTAN da o tarihlerde çalkalanan rivayetleri doğruluyor. Kendisiyle görüşmemiz sırasında yaptığı açıklamada Ulutan şunları söyledi:

“1965′LERİN BAŞINDA MOBİL OİL’İN BAŞINDA EGERAN İSİMLİ BİRİSİ VAR. BU ARADA PETROL BULUNAN KUYULAR DA KAPATILMIŞ…”

O dönem en gündemdeki şahıslarından Necdet Egeran’ın başka büyük bir özelliği daha var. Bu özelliğini TÜRKİYE’DEKİ MASONLARIN kendi aralarında yayınladıkları “ŞAKÜL GİBİ” isimli mason dergisinden öğreniyoruz.

ENVER NECDET EGERAN’IN KİMLİĞİ

24 Ekim tarihinde DOĞUŞ LOCASI’nde tekris edildi. (42 YAŞINDA)… Mayıs 1950′de KALFA, Ekim 1950′de ÜSTAD oldu… Necdet Egeran Bilgi Locası’nın 25 kurucu üyesi arasındadır… 1955 yılında da ÜSTAD-I MUHTEREM oldu… Egeran 1958′de Türkiye Büyük Locası’na GENEL SEKRETER seçildi. … Locası tarafından İskoçya Büyük Locasına Fahri Büyük 2. Nazırı unvanı verildi… 1964 yılında 1. BÜYÜK LOCASI’nı temsilen New York Büyük Locası’nın toplantısına davet edildi… Necdet Egeran 2 Mayıs 1965′te PEK SAYIN ÜSTAD seçildi. 58 yaşında 16. Masonik yılında TÜRK MASONLUĞUNUN EN GENÇ BÜYÜK ÜSTADI OLDU…” (Şakül Gibi Dergisi)

Görüldüğü gibi Necdet Egeran, Amerika’dan ısmarlama gelen Cevat Eyüp Taşman gibi yabancı petrol şirketlerin türlü entrikalar çevirdiği bir dönemde Türkiye’nin en aktif masonu olma özelliğini de taşıyor. Aynı tarihlerde petrol çıkan kuyuları betonlayan MOBİL’in Genel Müdürü olması ÇOOOK İLGİNÇ RASLANTI olsa gerek!!!

Türkiye’nin yıllardır petrol yönünden dışarıya bağımlı kalması ve belki de Ortadoğu’nun sayılı petrol üreticisi ülkelerinden biri olma şansını kaybetmesi ile TÜRKİYE’DEKİ MASONLUK, SİYONİZM davasına pek önemli katkılarda bulunmuş ve neticede hipnozlu milletvekillerinin uyuduğu bir anda YENİ PETROL YASASI MECLİS’ TEN TAYYİ MEKAN yaparak geçmiştir NETEKİM!..

BİR DÖNEM TÜRK PETROL REZERVLERİNİ KONTROL EDEN MASONLARIN LİSTESİ:

SELİM SOYDANBAY.: MOBİL MÜDÜRÜ, DEV LOCASI

KAZIM AKYEL: TÜRKİYE PETROLLERİ GENEL MÜDÜR MUAVİNİ, UYANIŞ LOCASI

İBRAHİM ENVER ALTINLI.: MTA ENSTİTÜSÜ UZMAN, KÜLTÜR LOCASI

İHSAN RUHİ BERENT.: MTA GENEL MÜDÜRÜ, UYANIŞ LOCASI

OSMAN ŞEVKİ FİGEN: MOBİL OİL MARMARA BÖLGESİ MÜDÜRÜ, MUSAVVAF LOCASI

MİTHAT GÜLDÜ.: ETİBANK BAŞKONTROLÜ, İDEAL LOCASI

İHSAN MİZANOĞLU.: PETROL OFİSİ MÜDÜRÜ, İNANIŞ LOCASI

RAUF ROZENTAL.: SOCANİ VAKUM PETROL ŞİRKETİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ.: KÜLTÜR LOCASI

BAHRİ ERGENE, MOBİL.: FAZİLET LOCASI

BESİM TAN, MOBİL MÜDÜRÜ.: SEVGİ LOCASI

İBRAHİM DERİNER.: ENERJİ VE TABİİ KAYNAKLAR BAKANLIĞI ESKİ MÜSTEŞARI, BİLGİ LOCASI

İHSAN KAYIN.: PETROL OFİSİ MÜDÜRÜ, İNANIŞ LOCASI

NİMET DANABAŞ.: MADEN KREDİ BANKASI MÜDÜRÜ, KÜLTÜR LOCASI

SÜHA TUĞRUL AKSOY.: ETİBANK ALIM SATIM ŞUBE MÜDÜRÜ, ÜLKÜ LOCASI

OSMAN BİLEN.: TPAO PERSONEL MÜDÜRÜ, UYANIŞ LOCASI

LÜTFİ ERSİN ÜÇER.: SHELL CO. PLANLAMA MÜDÜRÜ, ÖZLEM LOCASI

SABİH BÜYÜKARIKAN.: ENERJİ VE TABİİ KAYNAKLAR BAKANLIĞI MÜŞAVİRİ, UYANIŞ LOCASI

TURHAN KUT.:ETİBANK GENEL MÜDÜR MUAVİNİ, UYANIŞ LOCASI

SABRİ CEREN.: TPAO PAZARLAMA MUHASEBE MÜD., UYANIŞ LOCASI

ZİYA AYTINBAŞ.: TÜRKİYE PETROLLERİ A.O GENEL MÜDÜR MUAVİNİ, UYANIŞ LOCASI

ABDÜLKADİR ASNA.: MTA ENSTİTÜSÜ TTL ŞUBESİ MÜDÜRÜ, UYANIŞ LOCASI

RIFAT AYAYDIN.: TÜRKİYE PETROLLARİ A,Ş., UYANIŞ LOCASI

OSMAN ALİ BERKMAN.: MOBİL MÜDÜRÜ, ANKARA UYANIŞ LOCASI

MEHMET RIZA AKASLAN.:TPAO MALİ İŞLER GRUP BAŞKANI, UYANIŞ LOCASI

ATİLLA AYKOL.: MADEN JEOLOJİ MÜHENDİSİ, DEV LOCASI

AHMET BARAY.: ETİBANK GENEL MD. MUAVİNİ, UYANIŞ LOCASI

ZEKAİ BOYER, TPAO PERSONEL MD. ANKARA UYANIŞ LOCASI

BELGİN ERKAN.: TPAO GENEL MD. İKMAL GRUP BAŞKANI, GÖKKUŞAĞI LOCASI

CENGİZ ERDAL .: PETROL OFİSİ A,Ş. GENEL MD. YARDIMCISI, GÖKKUŞAĞI LOCASI

YALÇIN İLTER .: MOBİL OİL BÖLGE MD. MATRİKÜL N: 1320

Yukarıda da görüldüğü gibi madenlerimiz yıllarca Siyonistlerin “ÇİFTLİKLERİMİZ” dedikleri mason localarına kayıtlı “kişilere” bırakılmış! Üstelik bunların pek çoğu TÜRKİYE’NİN AZAMİ DERECEDE MİLLİ DUYARLILIK GÖSTERMESİ GEREKEN TÜRKİYE PETROLLERİ ANONİM ORTAKLIĞI çalışanları olması GAFLET ÜLKESİ olmamızı göstermiyor mu?!

(.:) MASONLARIN KENDİ ARALARINDA KULLANDIĞI ÖZEL İŞARETLERDEN BİRİDİR!

RETOG ŞİRKETİ’NİN HAZIRLADIĞI TÜRKİYE’DEKİ PETROL DOSYASI…

”En Zengin Yataklar Türkiye Kürdistanı’nda”

Türkiye sınırlan içindeki petrole ilişkin oyunların yoğunluğu çok zaman kamuoyunda “Türkiye’de petrol var ama ortaya çıkarılmıyor” tartışmalarına yol açıyor. Yıllardan beri bu konuda medya kuruluşlarında birçok haber dönem dönem yer alır. Ne hikmetse bulunan petrol sahalarını hiçbir gazeteci veya medya kurumu yerinde görmez, tespit etmez veya edemez. Bu konuyu ciddiyetle ele almış hiçbir haber programı veya gündem haber bulamazsınız. Şahsıma da yapıldığı gibi, teşebbüs eden birçok gazeteciyi de işinden ederler. Yapacağınız çalışmayı hem kursağınıza gömerler hem de yayınlayacak bir yer bulamazsınız. Diğer taraftan Türk halkı bu iri gazete ve televizyonlarda yayınlanan magazin programlarına ilgisini günbegün gösterirken, niye kendilerine bu tarz konuların işlendiği programların gösterilmediğini bir türlü sormaz!..

Neyse konumuza dönelim ve 27 Şubat 1992 tarihli Güneş Gazetesi’nin birinci sayfasında yayımlanan hayli ilginç rapora bakalım. “En verimli yatakların ‘Türkiye Kürdistanı’nda olduğunu ileri sürdüler”… “Amerikalı Ceyarlar Güneydoğu’da” başlıklı haberde bakın hangi cümleler yer alıyor:

“Güneydoğu Anadolu’yu ve Bitlis, Van, Adıyaman, Tunceli illerini “Türkiye Kürdistanı” olarak değerlendiren bir ABD şirketi, ülkemizin yeraltı zenginlikleri konusunda ilginç iddialarda bulundu. Amerikalı petrol şirketi RETOG, Türkiye, Suriye, Irak sınır bölgesinin petrol ve gaz rezervlerinin raporunu yayınladı. Rezerv açısından çok zengin olduğu bildirilen bu bölge, raporda Kürdistan (!) ( DİKKAT EDİNİZ lütfen Yıl 1992- HYÇEBİ) olarak nitelendirildi.

“14900 Landmark Blyd. Sütte 370 Dallas, Texas 75240 USA adresindeki Retog” şirketince hazırlanıp satışa sunulan raporda, Türkiye’nin çok şaşırtıcı bir coğrafî konumu olduğu kaydedildi. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin, Ortadoğu petrol bölgelerinin kuzeydeki uzantısı olduğu belirtilen raporda, şu anki faal petrol sahalarının az miktarda petrol rezervlerine sahip olduğu vurgulandı.

Raporda öne sürülen görüşlerin aşırı derece detaylı olması dikkat çekti. Dört ciltten oluşan rapor, bölgedeki 517 petrol kuyusunun tüm kayıtlarını kapsıyor. Ayrıca bölgenin tüm jeokimya ve termal özellikleri ve tarımsal etkinliklerini gösteren haritalar da raporda bulunuyor. Raporda yalnızca Ortadoğu’nun Güney bölgelerinin petrol bakımından zengin olduğu görüşünün aksine, içinde Türkiye’nin Güneydoğu bölgesi topraklarının da bulunduğu kuzey bölgelerinin petrol bakımından zengin olduğu belirtildi. Ayrıca bu bölgede daha önce ayrıntılı bir araştırma yapılmadığı kaydedildi.

45 bin ABD doları fiyatla satışa çıkarılan raporda, Türkiye Kürdistanı olarak adlandırılan yöredeki, işlenmeyen petrol sahalarının rezervlerinin büyüklüğü övülüyor. Bakir bölge olarak adlandırılan işlenmeyen sahaların Irak ve Türkiye’de işlenen petrol sahalarından daha verimli olduğu iddia ediliyor.

Retog şirketinin yeraltı ve petrol araştırma fırsatları, Türkiye Kürdistanı adlı raporunda, 500 bin ölçekli harita, kuyular, büyük petrol ve gaz sahalan, 52 ayrıntılı kuyu jurnali, 517 kuyu bilgi kayıtları, yerüstü coğrafî bilgiler, Bouger yerçekimi bilgileri, Türkiye-Suriye ve Irak’ın sismik derinlik haritaları ile bu ülkelerde çalışan petrol sahalarının ayrıntılı haritaları bulunuyor. Raporda aynca Türkiye’nin siyasî yapısıyla bunun komşu ülkelerle kıyaslamaları da detaylarıyla anlatılıyor.”

Yıl 1992: “Türkiye Kürdistan”ı Dillerde

Retog şirketinin vermiş olduğu bizim için azami öneme sahip bilgilerin yanında özellikle bu raporda yer alan Türkiye Kürdistanı cümlesine dikkatlerinizi çekmek isterim. İsrail Siyonizminin ABD’ye yaptırdığı Irak işgali sonucu bu niyet her geçen gün gerçekleşmek üzere. Oysa 1990 yılında çıkan Masonluk ve Kapitalizm adlı eserin ilk baskısında “özel bölümde” bu konuya dikkat çekilmiş, “Yukanda bahsettiğimiz gerek zengin petrol yatakları, gerekse GAP projesi gibi dev bir projenin yer aldığı topraklarda kurulacak bir Kürt devleti, İsrail için yutulacak lokma değildir. Kurulması tasarlanan bu devletin zayıf, askerî güçten yoksun, ekonomik açıdan himayeye muhtaç bir devlet olacağını tahmin etmek hiç de güç değil. Plânın ikinci aşamasında, Ortadoğu’nun tek söz sahibi ülkesi haline gelecek İsrail için, bu Kürt devletini kontrol ve himayesine almak gayet kolay olacaktır. Kürdistan’ın İsrail’in bir eyaleti olmasıyla gelişecek bu aşama, İsrail’in Güneydoğu Anadolu sınırları içine alıp vadedilmiş topraklara kavuşmasıyla sona erecektir.

Rapor, şöyle devam ediyor;

“Olay bu yönden değerlendirilince, Time Dergisi’nde çizilen Kürdistan haritasının Güneydoğu Anadolu’nun uzaydan çekilen petrol haritasıyla üst üste çakışmasının bir tesadüf eseri olmadığı açıkça anlaşılır. Dergide yayınlanan Kürdistan haritasının sınırları Gaziantep’ten başlıyor. Kuzey Irak’tan Halepçe’ye kadar uzanıyor. Türkiye’nin zengin petrol yatakları Diyarbakır, Adıyaman, Nusaybin ve Batman arasında tüm Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ni içine alan bir yay çiziyor.”

Diğer taraftan uzaydan çekilen petrol yataklarının haritası üzerine Kürt sorununu bahane ederek ABD’nin bölgeye yerleşmesi de çok dikkat çekici bir olay. Körfez krizi ve şimdi de Irak savaşı derken bölgede “insanî yardım ve güvenlik kampları” adı altında büyük bir oyun oynanıyor. ( netpano.com)

KAYNAK

Tüm yeryüzünde ve insanlık aleminde barış ve güvenliği sağlayacak, temel insan hak ve hürriyetlerini koruyacak, evrensel bir oluşuma ihtiyaç vardır. Yani kuruluş gayesinin ve prensiplerinin açıklandığı şekilde bir “Birleşmiş Milletler Teşkilatı” aslında lazımdır. Ancak mevcut B.M Teşkilatı, bu haklı ve hayırlı ihtiyacı istismar etmek ve böyle bir oluşumu zulüm ve sömürü amacıyla kullanabilmek isteyen Siyonist merkezler tarafından ortaya çıkarılmıştır ve maalesef hala onların güdümünde bulunmaktadır. Yıllarca İsrail’in Filistin işgaline ve cinayetlerine, Sırpların Bosna vahşetine seyirci kalan bu teşkilatın, ikide bir basit bahanelerle Irak’a ve Afganistan’a saldırı kararı çıkarması, işte bu iddiamızın açık bir kanıtıdır.

Evet bugünkü Birleşmiş Milletler:
1- Önce İslam’ın temsilcisi ve Dünyanın dengesi konumunda olan Osmanlı Devletini yıkmak,
2- Sonra da bu örgüt eliyle dünya hakimiyetini kurmak üzere, Yahudi Siyonistler tarafından oluşturulmuş bir teşkilattır.

Bugünkü İsrail’in manevi kurucusu olan Siyonist Lider Theodor Hertzel, Osmanlının yıkılışını hazırlamak ve hızlandırmak için Sultan Abdülhamidi tahttan uzaklaştırmayı ve bu maksatla Jön Türkler’le ve ittihat Terakkicilerle irtibat kurmayı planladı.

Bu hedefe ulaşmak üzere son Osmanlı Meclisi’nde Selanik mebusu olan Emmanuel Karasso, İzmir Milletvekili Nessim Mazliyah, Selanik’teki eczanesi Jön Türklerin buluşma merkezi olan Rafael Benuziyar gibi yahudilerle temasa geçildi ve Sultan Abdülhamidin hall’i için kampanya başlatıldı.

Siyonist Lider Theodor Hertzel önce Abdülhamid’den Filistin’de yahudiler için bir yerleşim bölgesi istemiş, ama çok cazip teklifler ve rüşvetler karşılığı bile sultanı ikna edememiş ve “Şehit kanıyla kazanılan vatan toprakları parayla satılmaz” cevabıyla defedilmiştir. Bunun üzerine “Russo, Mazliyah, Ahmet Rıza, Enver, Talat ve Nazım beyler gibi İttihat ve Terakki masonlarını kullanarak Filistin’e Musevi göçmenler gönderme işini denemeye girişmiştir.”

Bütün bu şeytani heves ve hesaplarına asla müsade etmeyen Abdülhamid Han’ı, bu siyonist tasarılara mecbur etmek amacıyla, Theodor Hertzel bu sefer ortaya Birleşmiş Milletler planını çıkardı.

Amaçları sözde dünya barışı ve birliği adı altında, her ülkedeki siyonist bir Yahudiyi o ülkenin temsilcisi olarak Amerika’ya toplamak ve “görüyorsunuz işte, bütün dünya devletleri böyle istiyor” diye Sultan Abdülhamid’i İsrail’in kurulmasına mecbur bırakmak ve İslam vatanı olan Filistin’in Osmanlı’dan koparılmasına zemin hazırlamaktı.

Bu durumu hemen fark eden Sultan Abdülhamid, kendisi hayatta kaldıkça Birleşmiş Milletleri kurdurmamıştı.

Dünyadaki siyonist hakimiyetine kavuşmak için başlattığı 1. Dünya savaşı ile hem Avrupa’yı mahveden, hem de Osmanlıyı tarihe gömen Siyonistler, yine kendilerinin kışkırttığı 2. Dünya savaşı sonunda da, sözde yeryüzünde barışı ve huzuru korumak bahanesi altında asıl yeryüzü hakimiyetini yürütmek amacıyla Birleşmiş Milletleri kurdular.

Önce Roosevelt (ABD) ve CHURCHİL’in (İng) Almanlara karşı 1941′de yaptıkları Atlantik anlaşmasını, ardından 1 Ocak 1942′de Rus, İngiliz ve Amerikan temsilcilerinin Washington’da imzaladıkları “Birleşmiş Milletler” beyannamesi” takip etti. 30 Ekim 1943′te Çin’i de yanlarına alarak, sözde bütün barışçı ülkelerin katılımına açık “Moskova bildirisi” ni hazırladılar.

1945 Şubatında Kırım’daki Yalta şehrinde, Dünya Siyonistlerinin Kongresindeki gizli kararın hemen arkasından, 25 Nisan- 26 Haziran 1945′te San Fransisko’da, her ülkeyi temsilen gelen Yahudi ve Masonların toplandığı konferans sonunda, Birleşmiş Milletler Anayasası ve Adalet Divanı statüsü hazırlandı ve imzalandı.

Birleşmiş Milletler teşkilatı içinde kurucu rolü oynayan ve kendilerine “daimi ve değişmez delegelik” ve ayrıca “veto” hakkı sağlayan beş ülke (Amerika, Rusya, İngiltere, Çin ve Fransa) siyasi ve Ekonomik yönden siyonistlerin en etkili ve yetkili bulunduğu yerler olması da, oldukça dikkat çekicidir.

Ve bu arada Rusya’daki ve Çin’deki Komünist ihtilali yapanların, hem fikir babalarının, hem de eylem planlarının Yahudi ve Masonlar olduğunu hatırlatmak gerekir.

İşte Yahudi Siyonizminin sömürü ve zulüm saltanatını gerçekleştirmek için meydana getirilen ve “adalet ve hürriyet” kılıfı geçirilen Birleşmiş Milletler teşkilatı, görünürde ABD’nin, gerçekte ise siyonizmin güdümündedir.

Kendi anayasasında öngörülen şartlar bile göstermeliktir ve bunlara uyulmamaktadır.

Üye ülkelerin birer temsilcilerinden oluşan Genel Kurul, gölge ve göstermelik bir organdır. Asıl kararı veto hakkı bulunan 5 daimi üye ve diğer altısı genel kurulca iki yılda bir seçilen ve 6 kişiden oluşan Güvenlik Konseyi alır ve uygular.

Kofi Annan’dan önce koyu İslam Düşmanı bir Hıristiyan ve Yahudi damadı olan Butros Galinin temsil ettiği Genel Sekreteri ise, ancak Güvenlik Konseyi’nin önereceği isimlerden birini, yine Genel Kurul seçmekte ve ne hikmetse devamlı siyonizme hizmet edecek mason tipler bu makam getirilmektedir.

Yüzlerce ülkenin ortaklaşa alacağı bir kararı tek başına “veto etme” ve geçersiz hale getirme yetkisi olan 5 daimi üyenin ve onlarında arkasındaki siyonizmin, sadece oyuncağı ve zulüm aracı olan böyle bir teşkilatın, yeryüzünde barışı değil savaşı kışkırttığı ve hatta başlattığı yüzlerce tecrübeyle sabit olmuş bir gerçektir.

Önce Saddam’ı kullanarak ve Kuveyt’e karşı kışkırtarak Körfez Harbine zemin hazırlayan bunlardır… Somali’yi işgal eden ve sömüren bunlardır. İsrail’i kurdurtan ve kudurtan bunlardır. Ve şimdi “elinde kimyasal silah var” bahanesiyle yeniden Irak’a saldırıya ve bölgede nükleer bombalar kullanmaya hazırlanan bunlardır. ABD’yi yöneten gizli ve gerçek güç olan Siyonist CFR’nin kararlaştırdığı bu Afgan savaşının asıl hedefi de 100. yıl dönümü kutlamalarını ve büyük İsrail’in kurulması planları yapılan Basel Konferansı’nı amacına ulaştırmaktadır.

İşte bu BM, Kıbrıs hareketinde ve Azerbaycan işgalinde aleyhimize tavır almış ve saldırganları alkışlamışlardır. Bosna’da, Çeçenistan’da ve Kosova’da zalim saldırganların yanında yer almışlar ve cinayetlerine göz yummuşlardır.

Biz bütün ülkelerin ve milletlerin insani değerler etrafında birleşip barışacağı, her türlü zulme ve tecavüze karşı ortak cephe oluşturacağı bir teşkilatı elbette istiyor ve destekliyoruz.

Ne var ki, dünyayı süper güçlerin ve onların arkasındaki Siyonistlerin çiftliği haline getirmeyi amaçlayan, Çin ve Rusya gibi seküler yönetimleri, ABD, Fransa ve İngiltere gibi Hıristiyan milletleri temsilen veto hakkı bulunan ülkelere karşılık, 1.5 milyarlık İslam alemini ve 50 müslüman ülkeyi temsil edecek tek bir devlete bile veto hakkı tanımayan, bu art maksatlı ve çifte standartlı teşkilattan hiçbir hayır beklemiyoruz. Ve tabi Rusya ve Çin’in, Siyonizmin vahşi çehresini görmeye ve tepki vermeye başlamasını da hayırlı bir gelişme olarak değerlendiriyoruz.

Tabii ve tarihi şartların bölgesel ve hatta evrensel bir güç merkezi ve kuvvet dengesi olmaya mecbur ettiği Türkiye’miz, böyle bir teşkilatta, ya etkili ve yetkili bir konuma gelerek, bu kuruluşu insanlığa ve Dünya barışına hizmet eder hale getirmeli, veya işte son Bosna ve Kosova vahşeti ve Afganistan dehşeti gibi sorumlulukları artık yüklenmemeli ve bir an evvel İslam Barış Milletlerinin kurulmasına öncülük etmelidir.

Çünkü bu haliyle ve geçmişteki tatbikat örnekleriyle BM, anlaşıldı ki dışı hoş, içi boş bir konumdadır. Ve maalesef Müslümanlara karşı devamlı çifte standartlıdır. Kıbrıs Barış harekatımızda 3 saatte toplanıp ateşkes kararı çıkaran BM. Maalesef İsrail’in katliamına seyirci kalmaktadır.

Bu giderek azgınlaşan ve canavarlaşan mikrobun ilacı ise, İslam Birleşmiş Milletleridir… Temel insan haklarını ve evrensel hukuk kurallarını esas alan… Hak ve adalete dayanan Barış ve Bereket Medeniyetidir.

<!–

–>

Heykel dünyaca ünlü heykeltıraş Bartholdi tarafından yapılmış ve çelik iskeleti de ünlü Eyfel kulesini yapan Gustave Eyfel tarafından meydana getirilmiştir. Bu iki isimde ünlü ve bilinen masonlardandır. Peki bu özgürlük heykeli neden kadın ve bu kadın kim. Bu kadın antik tanrıça İsis’dir. Romalılar bu tanrıçayı Juno olarak tanırlar. Bu tanrıça esas olarak Babil kökenli bir puttur daha sonra Mısır ve Roma’ya geçmiştir. Özelliği ise özgürlük tanrıçası olmasıdır zaten o yüzden Amerika’da ki heykele “Özgürlük Heykeli” denir. Buna göre Babilde bu tanrıçanın tapınaklarına giden herkes bu tapınaktaki kadın rahibe veya erkek rahiplere bir ödeme yapmak zorundaydı bu ödeme şekli ise cinsel ilişkiydi. O yüzden de bu Tanrıçaya “Fahişelerin Anası” lakabı takılmıştır. Heykelin başındaki taçta tam yedi sivri uç bulunur. Bunlar Illuminatinin yayılacağı yedi kıtayı simgelerler. Heykelin hemen giriş bölümündeki levhada ise taş bir levhaya bir şiir kazınmıştır. “Sürgünlerin annesi” temasının işlendiği bu şiir Emma Lazarus isimli Yahudi bir bayan şaire aittir ve kendisi Siyonizm’in kurulmasından on üç sene önce Filistin’de bir Yahudi ülkesi kurulmasını savunanlardandır.


Hrant Dink Cinayeti hakkında her şey yazıldı çizildi. Fakat Hrant Dink’in “Ermeni soykırımı” hakkındaki düşünceleri kargaşa içinde kayboldu gitti.
Oysa Hrant Dink’in ağzından asla “Ermeni soykırımı” diye bir kelime çıkmadı. O bunu hiç söylemedi.
Nuh Gönültaş
O sadece bir kurban ne yazık ki!
Hrant Dink ile ölmeden önce yapılan son röportajlardan birini Aydoğan Vatandaş yaptı.
Bu röportaj Vatandaş’ın “Asala Operasyonları aslında ne oldu” adlı kitabında yer aldı.
Burada Hrant Dink, Ermenilere uygulanan tehcirin arkasında Saray döner sermayesine hakim olmaya çalışanların olduğunu söylüyor ve tabii ki Ermeniler ile Yahudiler arasındaki ekonomik çekişmeye dikkat çekiyor!
Bu nokta çok önemli. Hatta o zamandan bu yana Türk Derin Devleti içinde yapılanan, ittihat ve terakki geleneği ile birlikte bu günlere kadar gelen yapının ermeni tehciri konusundaki yoğun etkisini bir ermeninin dile getirmesi önemli olmalı.
Bakın ne diyor Hrant Dink:
“Ben buna Almanları muhakkak katarım. Rusları kesinlikle katarım ve Amerika’yı da kesinlikle katarım. Bütün bunların hakikaten o zaman, yeni bir fil gibi etrafı yıkıp geçen o yöntemlerinin çok etkili payının olduğunu düşünüyorum. Hatta bana sorarsanız baş sorumluydular derim. Ama tabi bunun içerisinde, Türkler demeyelim, o zaman Osmanlı’nın İttihat ve Terakki yönetiminin çok net olarak içindeki bu lider kadrolarının o gün artık kafalarında oluşturdukları ve hakikaten buna ilişkin destek de buldukları politikayı hayata geçirmelerinde özellikle Almanların ve Avusturya Macaristan imparatorluğunun çok büyük rolünün olduğunu biliyorum. Belgelere bakınca herşeyi ne olarak görüyorsunuz. “
“Abdülhamit reform sözü veriyor Ermenilerle ilgili. Bunları yapmak için bir takım çabalar içerisine bazen giriyor ya da girmiyor. Ama girmemesinde bir de bakıyorsunuz Almanların ya da Avusturya’nın etkisi çok büyük. Bu reformları uygulamana gerek yok diyorlar mesela. Oysa belki o reformlar uygulansa bu kapışma o noktalara varmayacaktı. Ya da İngilizler ya da Fransızlar böyle, bu topraklara üstten bakan bir bakışla dayatmacı bir bakışla bir tür hamilik rolüne soyunarak burada yaşayan bir takım hristiyan kesimlerin hayatıyla oynamayacaklardı. “
Dink, konuyu ne kadar sarih bir biçimde ortaya koyuyor. Konu tehcirde Sabetaycıların etkisine geliyor:
“Bugün Ermenilerin içselleştirdiği tarihe baktığınız zaman da hakikaten bir Alman mililter gücünün arasında da Almanya’daki Yahudi sermayesinin var olduğu dile getirilir… Ben Sabetaycılık gibi şeylerin de içine çok girmek istemiyorum. Evet, bahsettiğiniz İttihat ve Terakki liderlerinden bir kaçının, Dr. Nazım gibi falan, bunların Sabetay Sevi, yani işte yahudilikten dönme müslüman Yahudiler olduğunu söyleyen görüşlerde var.
“Biliyorsunuz saray olgusu vardı, ve saraya ekonomik olarak hakim olma meseleside o dönem Osmanlı içerisinde yaşayan Ermenilerle Yahudiler arasında önemli bir yarışmaydı. Öyle kimi zaman Yahudiler, sarayın ekonomisine, ekonomik döner seknayesine bir tür sahip olabiliyordu. Bazen Ermenilere kızardı padişah Abdülhamit, yayınlardı fetva, işte bundan sonra osmanlı devlet ihalelerine ermeniler girmeye gibi şeyler. Böyle Ermenilerle Yahudiler arasında sarayın döner sermayesine hakim olma, ticarete hakim olma gibi bir dipten giden yarışın olduğu bir vaka….
Ermeniler şöyle bir şey söylerler onu çok açık yüreklilikle söyleyim, “Aslında bizim başımıza gelenlerde Yahudilerin parmağı vardı” diye bir cümleyi kullanırlar..
Aydoğan Vatandaş’ın bu kitabı oldukça doyurucu bir eser olmuş. Hrant Dink röportajı da gündemi itibariyle ona saldıranların aslında kimin ya da kimlerin maşası olduğunu ortaya koyuyor!

Windows Vista hala yok!

Microsoft Türkiye Temsilciliği “Windows Vista Türkiye’de yok satıyor… Çünkü gerçekten yok!” başlıklı yazıma bir açıklama gönderdi. Şöyle ki:
Microsoft olarak, gazetenizin bugünkü sayısında, köşenizde yayımladığınız başlıklı haberle ilgili size Microsoft ve Microsoft Windows Vista hakkında bazı bilgileri vermek istiyoruz.
Microsoft tarihinin en büyük yatırımı (20 milyar dolar) ve tarihin en çok test edilen ürünü olma özelliklerini taşıyan Microsoft Windows Vista ve 2007 Microsoft Office sistemi de bu heyecan ve vizyon doğrultusunda geliştirilmişlerdir. Geliştirme aşamasında ürünlerin, var olan ortalama bilgisayar sistemleriyle uyumlu olmasına da özellikle dikkat edilmiştir. Nitekim Microsoft Windows Vista için 800 Mhz hızında bir işlemci, 512 MB Hafıza ve 40 GB Sabit diskten oluşan sistemler yeterlidir.
Dünyada ilk lansmanı Microsoft Zirve 2007 kapsamında Türkiye’de yapılan Microsoft Windows Vista ve 2007 Microsoft Office sistemi, tüm dünyada aynı anda satışa çıktığı 30 Ocak 2007 tarihinden bu yana tüm Bimeks ve büyük Teknosa mağazalarında bulunmaktadır. Ayrıca yarından itibaren Gold Bilgisayar, EP, Darty, Vatan Computer ve tüm Teknosa mağazalarında da satışa sunulacaktır.
Dün Telefonla kontrol ettim, mesela Gold Bahçelievler mağazasında hala Vista yok ancak pazartesi gelebileceğini söylüyorlar.
Demek ki pazarlama stratejisinde bir aksaklık var ve bu aksaklığın ortaya çıkması isteniyor. Aksi bir durum Microsoft Türkiye’nin Türkiye ‘de sadece bir kaç teknoloji mağazasına torpil geçtiğini ortaya çıkaracak!

www.sonsaniye.net Mearsheimer ve Walt`a göre “İsrailci lobi” merkezi bir önderlik altında bütüncül-birleşik bir hareket olmayıp, bilakis bireyler ve organizasyonların oluşturduğu gevşek bir koalisyon yapısı arz etmekte

Washington’da ABD Kongresi’ne yönelik olarak kullanılan “İsrail’in işgali altındaki bölge” deyimi belli aralıklarla gündeme gelir. Bu tabirle Yahudi lobisinin Amerikan politikasına uyguladığı her renk ve boyuttaki güçlü etkisi kastedilir. Burada bir hususu hemen belirtmek gerekir ki, İsrail lobisi, mensuplarının çıkarlarını ABD başkentinde temsil eden ne en büyük ne de en güçlü organizasyondur. İç politikada, karşılaştırmalı olarak bakarsak en etkili lobi “Amerikan Senyorları Lobisi” AARP (Üst Düzey Yetkililer Lobisi), ya da “Silah Sahipleri Lobisi” NRA’dır.

Dış politikada ise hiç şüphesiz en etkili iki lobi Petrol Lobisi ve Silah Endüstrisi Lobisi’dir. ABD politikasına etki etmek ve baskı uygulamak Washington’daki günlük rutin işlerdendir. Elbette geçen günlerde yaşanan lobici Jack Abramoff olayında olduğu gibi hukukun sınırları çiğnenmediği müddetçe… Ancak İsrail lobisi bir noktaya kadar yegâne ve eşsiz olma özelliğine sahip bulunmaktadır. Washington’da bir toplumsal kesimin ya da endüstri kesiminin çıkarlarını temsil eden değil, bilakis yabancı bir ülkenin, Siyonist Bernard Rosenblatt’ın yirminci yüzyılın başında söylediği gibi “Ortadoğu’daki küçük Amerika” olan İsrail’in çıkarlarını temsil eden bir lobi olarak algılanmaktadır.

Elbette ABD’de çok sayıda etnik lobi bulunmaktadır: Ermeni lobisi, Alman, Yunan, İrlanda ya da Küba lobileri gibi… Ancak daha çok yerel sınırlarda kalan bu lobilerin güçleri, seçmenleri harekete geçirme yeteneği temeline dayanmaktadır. Buna karşılık İsrail lobisi her şeyden önce finans akıtıcısı olarak ortaya çıkmakta ve lobi ülke çapında kendine yakın aday ve politikacıları desteklerken politik muhaliflerine karşı da mücadele vermektedir. Hiç şüphesiz Washington’daki en etkili lobiciliği gerçekleştiren, 1948`de kurulmuş olan, ülke çapında 100 bin üyesiyle ve yıllık 33 milyon doların üzerindeki bütçesiyle American Israel Public Affairs Committee (AIPAC)’dır.

AIPAC kendi web sitesinde, Washington’da bir yılda “100’den fazla kanun çıkarma inisiyatifi”nin arkasında durduğunu, desteklediğini gururlanarak ilan etmektedir. Bu kanunlar arasında Dışişleri’nin itirazına rağmen 2004’te Kongre’den geçirilen “Global Anti-Semitism Awareness Act” (Anti-Semitizme Karşı Evrensel Bilinç Uyandırma Kanunu) gibi yasalar bulunmakta. Yasa metninde şöyle bir tespit bulunmaktadır: “İsrail’deki veya işgal altındaki bölgelerdeki gelişmelere karşı yapılan İslami direniş” ya da “güçlü anti-İsrailci görüş ve kanaatlere sahip olma” gibi olgular, Yahudi düşmanlığı seklindeki tutumlar olarak kabul edilmelidir.

Daha az tanınan, ancak ABD’de etkisi hiç de az olmayan (Conference of Presidents of Major Jewish Organizations) Yahudi Organizasyonları Genel Başkanlar Konferansı ismini taşıyan 51 Yahudi organizasyonunu bünyesinde barındıran bir şemsiye organizasyon niteliğindeki CPMJO’dur. Bu Başkanlar Konferansı adlı organizasyon bir şahin olan Malcom Hoenlein’in yönetimindedir. Bu şahin görüşlü başkanın 90’lı yıllarda Filistin’deki militan Yahudi yerleşimcileri finansal olarak desteklediği bilinmektedir. Malcom Hoenlein en iyi lobi faaliyetini Amerikan yönetimi nezdinde ve Beyaz Sarayda gerçekleştirmektedir.

Bütün bu bilgiler kamuoyu tarafından bilinmektedir. Pekala iki Amerikalı ünlü siyasal bilimci profesör Chicago üniversitesinden John J. Mearsheimer ve Harvard`tan Stephen M. Walt’ın hazırladıkları 82 sayfalık araştırmada “İsrail Lobisi ve ABD Dış Politikası” başlığıyla konuyu ele almalarıyla ortaya çıkan bu büyük heyecan ve sansasyon nereden kaynaklanmaktadır. Niçin, bir kısmı çok şiddetli olmak üzere, iki profesörü ya “cesaretli aydınlar ve uyandırıcılar” ya da “Yahudi düşmanı ikiyüzlüler ve yalancılar” seklinde nitelendiren tepkiler ortaya çıkmakta.

Yani ABD medyasının olayı pek de gündemine almaması ve soğumaya bırakmasına rağmen Washington’da bir bardak suda fırtına koparılmaktadır. Bu arada hazırlanan çalışmanın İngiltere’de “London Review of Books”ta kısaltılmış bir versiyonu yayınlandı. Öte yandan bu gelişme “Financial Times“in bu ay başında bir baş makale yazısı ile konuyu tekrar gündeme getirmesine vesile oldu: “Biz niçin ABD-İsrail ilişkilerini tartışamayız?” Cevabı da dergi şöyle veriyor: “Refleksler… O refleksler ki açık tartışmaları savunma ve serbest araştırmalar söz konusu olunca çok olağan bir şekilde uyanık olmaktalar… Ancak konu İsrail’i ilgilendirince ve özellikle de ABD dış politikasını şekillendirmede İsrailci lobilerin oynadığı rol olunca, Amerikan politik elitlerinin en azından büyük bir bölümü kör ve sağır olmakta.”

Mearsheimer ve Walt bu rolü nasıl tanımlamaktalar? Özellikle de “1967 Altı Gün Savaşı”ndan sonra İsrail’le ilişki, ABD dış politikasının ana ekseni oldu, seklinde bir tespit yapmakta iki profesör. Bu yaklaşım, ABD’nin Yahudi devletini kayıtsız şartsız desteklemesine ve de Washington’un Ortadoğu’da demokrasiyi yaygınlaştırma çabalarına rağmen, Arapları ve Müslümanları öfkelendirmekte ve nihayetinde sadece ABD’nin güvenliğini değil dünyanın büyük bir bölümünün güvenliğini tehlikeye düşürmekte.

Bununla birlikte yazarlar şu görüşü de savunmakta; iç politika düşünceleri hariç olmak üzere neredeyse dış politikayı tamamen İsrail lobisinin aktiviteleri yönlendirmekte. Bu lobiciler aktif ve dinamik bir şekilde Irak saldırısını desteklediler ve bugün de Suriye ve İran’a karşı bir askerî saldırıyı talep etmekteler: “Eğer ABD politikasına yönelik bu çabalar başarı kazanırsa, İsrail’in düşmanları zayıflatılmış ya da imha edilmiş olacak, İsrail Filistinlilerle tek başına hesaplaşma imkanı bulacak ve her şeyden önce de Amerikalılar savaşacak, ölecek, yeniden yapılandıracak ve mali yükü çekmiş olacaklar.”

Mearsheimer ve Walt`a göre “İsrailci lobi” merkezi bir önderlik altında bütüncül-birleşik bir hareket olmayıp, bilakis bireyler ve organizasyonların oluşturduğu gevşek bir koalisyon yapısı arz etmekte. Bu lobi Yeni Muhafazakâr entelektüellerin ve evangelik Hıristiyanların aktif ve dinamik yardımlarıyla ABD dış politikasını İsrailci (proisraelische) bir istikamete yönlendirmek için çalışmakta. Yazarlara göre İsrailci lobi Amerikan Yahudilerinin karakteristik temsilcileri de değiller. Çünkü lobi, Filistinlilerle barışı reddeden Likud politikasına yakın düşmekte, sertlik yanlısı aşırılar ve şahinler tarafından yönetilmektedir.

Eskiden olduğu gibi Amerikan Yahudilerinin genel çoğunluğu ise Demokratları seçmektedir. İki yazar da, ana hedefi milli çıkarları korumak ve desteklemek olan bir realist dış politikayı savunmakta ve yaptıkları araştırmayı da bu çerçevede bir “tartışmaya katkı” olarak görmekteler. Ancak polemik yanlış kesimlerden gelen büyük övgülerle hızlı başladı: Ku-Klux-Klan örgütünün eski başkanı David Duke haricinde Filistinli militan Hamas temsilcileri de bu tezler hakkında müspet görüş belirttiler. Bir de tam aksi yönde, yazarların araştırması, “komplo teorilerini yayma” ve hem “Ajitasyon-Propagandayla paralelleşme” hem de “Neo-Nazi edebiyatı” gibi suçlamalara maruz kaldı.

Daha da önemlisi ABD’li entelektüel Noam Chomsky’nin eleştirileridir – ki o son dönem Washington dış politikalarını hiç de tasvip etmemekle ünlü birisidir. Radikal solcu Chomsky “Znet” isimli internet dergisinde şu yargıya varmakta; bu iki yazar öne sürdükleri argümanlarda Amerikan Enerji Lobisi’nin rolünü ve önemini küçümsemişlerdir. Ve Ortadoğu’daki Amerikan politikasının başka yerlerdeki dış politikasına çok benzer olduğunu niçin açıklamamışlardır.

Chomsky’ye göre her şeyden önce bu işlerden Beyaz Saray karlı çıkmakta; araştırmadaki teze göre “ABD yönetimi kral koltuğuna hiç eleştirilmeden oturtulmakta ve kendisinden kurtulmanın mümkün olmadığı mutlak güce sahip bir lobi tarafından boğazına yapışılmaktadır.”

Buna karşılık Mearsheimer ve Walt`in tezleri İsrail’de hemen hemen hiç bir heyecan uyandırmadı. Gerçi İsrailliler, Amerikalılardan daha cesur olarak, Yahudi devletini ilgilendiren konularda daha açık, daha şiddetli karşı saldırı yaparak tartışma yapmaya alışkındırlar. Bunun dışında İsrail eski adalet bakanı Yossi Beilin gibi bir İsrailli ise, İsrailci lobilerin etkisini kendi ülkesi için daha çok ters tepki doğurucu olarak göstermekte; “bazı kimseler tamamen yanlış olmasına rağmen AIPAC’ı İsrail’in uzun kolu olarak görmekte”. Bu değerlendirmeye John J. Mearsheimer ve Stephen M. Walt da katılmakta; “İsrailci lobiler daha az güçlü olsaydılar ve ABD Ortadoğu politikası daha dengeli olsaydı, bu durum belki de İsrail için daha iyi olurdu.”

Ignaz STAUB-İsviçre Tages Anzeiger gazetesi Yazarı

Çeviren: Aydın K. Sancaklı

İsrail’i tanımayacağız

Filistin Başbakanı İsmail Haniye, Filistin’de iktidarda bulunan Hamas grubunun İsrail’i resmen tanımayacağını ama İsrail’in 1967 sınırları içinde bağımsız bir Filistin Devleti’nin kurulmasını kabul etmesi halinde karşılıklı olarak uzun dönem bir ateşkes anlaşmasını kabul edebileceklerini söyledi
06.10.2006 18:45

Filistin Başbakanı İsmail Haniye, Filistin’de iktidarda bulunan Hamas grubunun İsrail’i resmen tanımayacağını ama İsrail’in 1967 sınırları içinde bağımsız bir Filistin Devleti’nin kurulmasını kabul etmesi halinde karşılıklı olarak uzun dönem bir ateşkes anlaşmasını kabul edebileceklerini söyledi.

Filistin hükümetine destek için yapılan mitingde on binlerce Filistinli’ye konuşan Haniya, “İsrail’i tanımayacağız. İsrail’i tanımayacağız. İsrail’i tanımayacağız” diye konuştu. Filistin Başbakanı İsmail Haniye, “Bir ateşkes anlaşması karşılığında Kudüs başşehir olarak, işgal edilen topraklarda bir Filistin devleti kurmak için varız. Fakat İsrail’i tanımak için değil” dedi. Haniye, Ortadoğu barış sürecinin başlıca aktörü Ortadoğu Dörtlüsü’nün (Avrupa Birliği, Rusya, Birleşmiş Milletler ve ABD) İsrail’i resme tanıma konusunda “diktelerde” bulunmasını ise reddederek, “Filistin halkının işlerine dış müdahaleyi ve dörtlünün diktelerini reddediyoruz” dedi.